Mücadele Birliği'nin etkin biçimde katıldığı Uluslararası Roma Barış Konferansı, emperyalizme ve sürmekte olan Rusya-Ukrayna savaşına karşı iki anlama gelmeyecek netlikte bir düşünce açıklığıyla sona erdi.

Akıntı güçlü olduğunda ona karşı koymak güçtür. Alır çoğunluğu, sürükler gittiği yere. Her büyük toplumsal altüst oluş döneminde çokça örneğini gördük, görüyoruz.

Genel çoğunluk” arasında olmak, ana akımla birlikte hareket etmek, genel kabul gören şeyleri dile getirmek, caziptir. Bulunduğun yeri, konumu, düşüncelerini “açıklamak” kolaydır. Zaten herkesin bulunduğu yerdesindir. Herkesle benzer şeyler söylüyorsundur.

Kritik dönemeçlerde böylesine “korunaklı” konumlarda olmak pek çok siyasi çevreye olağan gelebilir, kendilerini iyi hissettirebilir. Ama tam da bu türden “korunaklı konfor alanları”, kritik dönemeçlerde çoklarının mezarı olur. Hem de “toplu mezarı”!

Geçen yüzyılın başlarında, dünya, tıpkı günümüzde olduğu gibi, dolu dizgin bir büyük savaşa, bir dünya savaşına doğru sürüklenmekteyken, sosyalist hareketin ana gövdesi yaklaşan savaşa karşı ana hatlarıyla doğru bir tutum alıyordu. (Bakınız 1912 Basel Bildirgesi). Ama savaş bir gerçeklik haline gelip, tekellerin yarattığı o kamuoyu güçlü bir akıntı olarak her şeyi önüne katıp sürüklemeye başladığında, o koca sosyalist hareketin tamamına yakını bir anda akıntıya teslim oldu. “Genel” içinde eridi. Hemen hepsi “kendi” hükümetlerinin saflarına geçip sosyal şoven bir konuma yuvarlandı. II. Enternasyonal'in “çoğunluk”u budur!

Buna karşılık, o koca II. Enternasyonal’den bir avuç enternasyonalist devrimci, uluslararası proleter hareketin yüz akları olarak akıntıya karşı durdular. Kimi Liebknecht ve Rosa gibi zindanları göğüsledi, Duma’daki bolşevik vekiller gibi sürgünü göze aldı. O kadar azınlıktaydılar ki, sesleri savaşın gümbürtüsü içinde çok az duyuluyordu. Akıntıya karşı dimdik durmayı bildiler. Zorlu mücadelelere atıldılar, doğrularda ısrar ettiler. Ve... sonunda kazandılar.

Aradan yüz yıldan fazla zaman geçti. Ukrayna savaşı patlak verdi. Daha doğru bir söylemle, 2022 başında, sürmekte olan savaşın yeni bir aşamasına geçildi. Emperyalist dünya, o devasa kitle iletişim araçlarıyla, kurumlarıyla, aklınıza gelebilecek her şeyiyle öyle güçlü bir akıntı yarattı ki, dünyanın dört bir yanında adında “komünist”, “işçi”, “sosyalist”, “devrimci” olan parti ve örgütler bu yoğun propagandasının etkisinde kalmaktan kendilerini kurtaramadılar. Ya doğrudan “Rusya’ya karşı”, hatta “Ukrayna’dan yana” tavır aldılar, ya da böylesine açıktan bir çıkışı göze alamayıp “emperyalistler arası savaş” vs. söylemlerle “tarafsız kalma politikası” belirlediler. Tıpkı yüzyıl önceki öncelleri gibi, burjuva sınıfla, onun toplumsal düzeni ile köprüleri atmaktan kaçındılar.

Savaşın ilk dönemlerinde emperyalist propagandanın yarattığı ortamda, “kendi haklılıkları”ndan başları dönüyordu bu kesimlerin. Televizyon televizyon gezip, Donbass'ın kahraman halkından, onun komünizme olan eğiliminden, faşizme karşı savaşından tek kelimeyle söz etmeden, Rusya'nın saldırganlığını, emperyalistliğini, haksızlığını, işgalciliğini anlatıyor; onlar anlattıkça burjuvazi de tüm propaganda olanaklarını önlerine seriyordu.

Ama çok geçmedi. Savaş uzadıkça taşlar yerli yerine oturmaya başladı. Dünya halkları, işçi ve emekçi sınıflar, “içgüdüsel olarak” emperyalist blokun karşısında konumlandı. Donbass madencilerinin 9 yıl önce ateşledikleri o antifaşist savaş, bugün daha geniş cephede süren bir antiemperyalist ve antifaşist savaş olarak sürmekteydi. Emekçi sınıflar bunu sezdiler, gördüler. Durum öyle bir hal aldı ki, başlangıçta burjuva propaganda serasında sesleri güçlü çıkan bu çevreler, artık o görüşleri öyle açık yüreklilikle savunamaz oldular. Yaptıkları uluslararası toplantılarda bir ortak deklarasyon bile yayımlayamaz hale geldiler! “23. Uluslararası Komünist ve İşçi Partileri Toplantısı” işte böyle bir toplantıydı. Her biri ayrı telden çalan bu partiler sonuçta, günümüzün en temel konusunda ortak bir bildiri bile yayımlayamadılar.

Emperyalistlerin yarattığı bu güçlü akıntıya meydan okuyan bir “azınlık” da vardı savaşın ta en başında. Türkiye'de Leninistler bunların başında geliyordu. O ortamda sesleri doğal olarak çok az duyuldu. Ama duyulduğu her yerde de bakışlar onlara döndü, ilgi ve merakla izlenir oldu. Onlar eşyayı adıyla tanımlamaktan geri durmadılar. Süregiden savaş emperyalist saldırganlar açısından haksız bir savaş iken, Donbass-Rusya cephesi açısından antifaşist ve antiemperyalist bir nitelik taşımaktadır ve bu sebeple desteklenmesi gerekmektedir dediler.

Kısa sürede, Leninistlerin dünyada yalnız olmadıkları; aynı görüş ve düşünceleri, savaşa ve faşizme karşı aynı sağlam duruşu gösteren başka parti ve örgütlerin olduğu görüldü.

Dediğimiz gibi bu ses başlangıçta zayıftı ve emperyalistlerin kopardığı yaygara içinde daha da duyulmaz haldeydi. Buna karşılık, arada derede kalanların, Rusya’ya karşı tutum alanların sesleri, dünya burjuvazisinin dolaylı-doğrudan desteği ile alabildiğine gür çıkıyordu. Zaman, hakikatin kardeşidir. Herkesi layık olduğu yere oturtmasını bilir!

Kafası karışık olan ve bu nedenle bir ortak açıklama bile yayımlayamayan “Komünist ve İşçi Partileri”nin aksine, Donbass-Rusya birliklerinin antifaşist savaşını açıkça destekleyen, emperyalistlerin dünyayı sürüklemek istediği büyük yıkım savaşına karşı kararlı bir hat oluşturmayı amaçlayan parti ve çevreler, uluslararası arenada da birbirlerini buluyor, güçlerini ve seslerini birleştiriyor. 27-28 Ekim günü Roma’da “Uluslararası Barış Konferansı”nda olduğu gibi. “Akıntıya karşı” olan güçler, artık kendileri başlı başına bir “akıntı oluşturmak” doğrultusunda ilerliyor. Bu konferans bir “ilk adım” sayılmalı. Sonrasının çok daha güçlü ve ses getirici bir şekilde gelişeceğini söylemek için kahin olmaya gerek yok. Yayımlanan “Sonuç Bildirgesi”, böyle düşünmek için yeterlidir.

Bu bildirge, ABD-NATO-AB emperyalistlerini cepheden karşısına almakta hiç tereddüt göstermiyor. Emperyalist propagandanın çizmeye çalıştığı resmin baştan sona yalan olduğunu açıkça ve yüksek sesle dile getiriyor.

Ukrayna’daki savaş (NATO-Rusya savaşı) konusunda karnından konuşanlara karşılık, “dünya halklarının ihtiyacı olan şeyler” ara başlığının ardından, “Ukrayna’da NATO’nun yenilgisi. Bu önkoşul olmaksızın sürdürülebilir bir barış mümkün değil. Rusya karşısında Batı’nın zaferi insanlık için yeni felaket olabilir. Bu, Balkanlarda, Ortadoğu’da ve Doğu Asya’da, özellikle de Güney Çin Denizi’nde ve Kore Yarımadası’nda uzatılmış bir üçüncü dünya savaşı demek olan yeni savaşların başlangıç noktası olabilir.” diyerek net bir duruş sergiliyor.

Emperyalistlerin büyük yıkım savaşı çabalarının karşısına “Savaş sahasına silah, mühimmat, ekipman ve eleman sevkiyatını durdurmalıyız” görev tanımıyla çıkarken, kendini burada sınırlamıyor: “Asıl görevimiz ülkelerimizi NATO üyeliğinden, ABD kontrolünden ve askeri üslerinden kurtarmaktır. Dünya halklarının direnişiyle dayanışmamızın zirvesi bu olacaktır.” Burada sıralanan görevlerin tümden yerine getirilmesi, Lenin’in “bir dizi devrim olmaksızın gerçekleşemez” diye nitelediği “demokratik görevler” kapsamındadır.

Mücadele Birliği olarak etkin biçimde yer aldığımız Roma Konferansı, ki 40 ülkeden delegelerin (ve 25 ülkeden bireysel katılımcıların) yer aldığı bir konferans idi, “arada-derede” kalanların uluslararası etkinlikleriyle karşılaştırılamayacak denli niteliklidir. Kafası ve hedefleri nettir.

Yaşam bu görüşlerden yanadır, bu görüşün güçlenmesi kaçınılmazdır.