Kritik Eşik: 6-8 Ekim

Ardı ardına iki seçim, ihtiyaç duyduğu özgüveni dinci-faşizme vermedi. Ne Geziye, ne de Aralık’taki saray darbesine yönelik bir cadı avı başlatacak güce sahipti. Saray darbesini tertipleyenler, bunun sokaktaki karşılığını görünce işlerini yarım bırakmışlardı, ama hepsi devletin ve sermayenin içindeki konumlarını sürdürüyorlardı.

Bu koşullarda dinci-faşizm seçimler öncesinde bol keseden vaat ettiği “müzakereyi” her seçim sonrası unutmayı alışkanlık haline getirmişti, ama bu kez böyle davranmaya gücü yoktu. Bu konudaki vaatlerin çıtasını daha da yükseltti. Unuttuğu bir şey vardı oysa: Uzun iç savaşta taraflar, hasımın her geri adımını, ileri adımlar atarak karşılar, uzlaşarak değil. 6-8 Ekim silahlı ayaklanması bu koşullarda patladı.

Kesinlikle söylenebilir ki, 6-8 Ekim silahlı ayaklanması, o güne kadar TC'nin gördüğü en ciddi meydan okumaydı. Bir akademisyenin deyişiyle, “halk politikaya el koydu”. Ve bir kez halk politikaya el koyarsa, kendi bilinci ve kanaatlerine ihanet etmez, sonuç almaya odaklanır. Lenin'in sözleriyle; “Halk yığınlarının kendileri yepyeni basit zihniyetleri, sade ve sert kararlılıkları ile tarih yapmaya, 'ilke ve teorileri' doğrudan doğruya ve dolaysız bir biçimde olguların içine aktarmaya başladıkları zaman ...., yığınların bilgeliğinin, soyut bir güç olmaktan çıkıp,canlı ve gerekli bir güç durumuna geldiği zaman...” (Lenin, Burjuva demokrasisi, Proletarya Diktatörlüğü, sf 242), işte o zaman, yığınların bilgeliği, kitaplardan öğrenilmiş ve kağıtlara aktarılmış strateji ve taktiklerin dolambaçlı yollarında kaybolmaz. Tersine, olayların gerçek seyrine sadık kalır.

Haziran ayaklanması sınıfların karşılıklı mücadelesinde dengeyi sarsacak asgari çıtayı çok yükseklere taşımıştı. Bundan böyle, herhangi bir sonuç almak isteyen, Haziranın ötesine geçmeliydi. Devrimci Kürt halkı, yığınlara özgü bilgelik yoluyla bu gerçeği kavradı. Bir adım ötesinin silahlı ayaklanma olduğuna dair kanaatini, sınıflar mücadelesinin bu “ilke ve teorisi”ni, dolaysız, olguların içine aktarmakta tereddüt göstermedi. Tereddüt yoktu, çünkü bir süreden beri, hemen sınırın ötesinde, Rojavalı akrabalarının özgürlük bayrağını şan ve onurla dalgalandırmalarını ibretle izliyor, özgürlük özlemi yakıcı bir hal alıyordu. Tarihi derinlikteki özlemler ne kadar yakındaysa o kadar yakıcı olurlar. Ve HDP, “Kobani düştü düşecek” diye etekleri zil çalan RTE'ye karşılık, halkı sokaklara inmeye davet ettiğinde, bedeni ateşe kesmiş bir ejderhanın kuyruğunu çektiğinden haberdar değildi.

Kürt halkının ayaklanışı, iki günde 13 kenti ele geçirdi. Polis ve istihbarat, bu illerde kontrolün yitirildiğini duyurdu. Halk, Amed zindanının nöbetçi kulübelerine tırmanıp, bayrak asıyordu. Gençlik “İmralı'dan durun çağrısı gelse bile biz durmayacağız” açıklaması yapıyordu. Hükümet alelacele güvenlik zirvesi topladı ve İmralı'ya Binali'yi yolladı. Oradan getirilen durun çağrısını Demirtaş, ter içinde kameralara okudu. Ancak, mesajın yayınlandığı gece, Amed, Nusaybin, Van, Cizre başta olmak üzere, gençlik silah satan dükkanları bastı, karakolları düşürme harekatlarına girişti. Antep, Adana, İstanbul, silah sesleriyle uykusuzdu. Haziran'da ortalıkta hemen hiç görünmeyen ordu, Amed ve İstanbul'da meydanlara indi. 6-8 Ekim silahlı ayaklanmasının yenilip ezilemediğini, ama durdurulduğunu, halkın giriştiği işi neden yarım bıraktığını, yayınlarımızda pek çok kez işledik. Buradaki tartışma açısından vurgulanması gereken nokta şu: sınıfların karşılıklı mücadelesi nihai kapışmalar evresine girmişti, böyle bir aşamada sonuna kadar gidecek bir silahlı ayaklanma, kitlelerin ulaştığı düzeye cevap olabilirdi. Mücadelenin yeni çıtası artık buydu! Ya her şeyi kazanacak ya da sonuca bağlayacak bir kanlı kavga, ya da hiçbir şey! Nasıl ki Türkiyeli emekçiler, Haziran ve izleyen on ay boyunca topyekün ayaklanmayı asgari çıta haline getirdilerse, Kürt halkı bu siyasi çıtayı bir adım ileriye taşıdı: silahlı ayaklanma!

Dinci-faşizm, bir kez daha, güçler dengesinin fena halde aleyhine olduğunu, kendi gücüyle bu ayaklanmayı bastıramadığını görüyordu. Halk ise, tersine, özgüven ve cesaret doluydu. Açılan hendekler, barikatlar kapatılmadı. HDP ise, o günlerde, “içeride, dışarıda hükümetle her türden işbirliğine hazırız” diyen bu parti, İmralı'nın hendekleri kapatma mesajıyla gittikleri mahallelerden, kibarca kovuldular. Bu hendeklerin ardında mülksüz yoksullar vardı ve hemen komünal yaşam filizler verdi. Bir kez daha Kürdistan'da “ikili iktidar” durumu olgunlaşıyordu. Ama bu kez, hem faşizme, hem de küçük burjuva öncülere karşı. 2015'in ilk yarısına damgasını, bu hendekler vurdu. UKH ne kadar uğraştıysa, hendekleri kapatamadı, bu tarz siyasete karşıydı, çünkü devletle yürüyen pazarlıklar Dolmabahçe mutabakatına doğru ilerliyordu. Ama yoksul kesimler, bu lapayı artı çiğnemek istemiyordu. UKH, Nisan ayında gençliğin sözcülerini kongreye çağırdı. Orada, “molotof, hendek, yüz kapatma yasak” kararı çıkardı. Ama ilk kez UKH'nin siyasi kararları Kürt halkı içinde açıktan bir muhalefetle karşılandı. Kürdistan'ın yoksul mahalle gençliği, Kandil'de açıklanan kararları tanımadı, silahlanmaya hız verdi.

2015 Şubat aylarında, “silahlı ayaklanma” çağrılarının, bu kez, “ulusalcı” denilen şovenistlerden, tekelci egemenliğin tepelerinden yuvarlanıp güç ve prestijden yoksun bir muhalif siyaset izlemeye mahkum olan burjuva çevrelerden yükselmesi, hiç de tesadüf değildi. Yakın zamana dek, devletin tepelerinde gezinen bu tipler, sınıflar savaşımının geldiği noktayı gördüler ve kendi sefil çıkarları adına, hükümeti, bu denge noktasını kaşımakla tehdit etmeye giriştiler. Kurnazlıkları ölçüsünde, yürekten yoksun bu tipler, kısa zamanda seslerini kestiler.

Dinci-faşizm, olayların, geri dönüşü olmayan kritik eşiği geçtiğini fark etmiş, meclise, polisin kitle gösterilerine silahla müdahalesine izin veren yasa teklifi sunmuştu. Egemenlik katmanlarında yönetim tecrübesi AKP’den çok daha köklü CHP ve eli kanlı faşist parti MHP bile, yasaya karşı çıktılar. Söyledikleri şuydu: Bu yasa halkı kışkırtır, olayları raydan çıkarır, karşı tarafın da silaha sarılmasına vesile olur. Anlaşılan o ki, tekelci sermayenin bir kısmı nihai kavganın meydan muharebesinin kaçınılmazlığını görüyor ve buna göre hazırlık yapıyorken, sermayenin diğer kesimi, halen daha, bu son seçenekten kaçınabilmenin yollarını arıyordu. Zaferden emin olsalar elbette karşı çıkmazlardı. Çünkü o anlarda sokaktan yükselen sesler zaferi garanti etmiyordu.

Sokaklarda bu kez, Özgecan cinayeti vesilesiyle, kadınların son derece öfke ve cesaret dolu haykırışları yükseliyordu. Bir kadın cinayetine bu denli geniş çaplı bir öfke seliyle cevap evrilmesi, bütün parmakların dinci-faşizmi göstermesi, hatta kimi gösterilerde kadınların kürsülerden açık açık silahlanma çağrısı yapması, hiç kuşkusuz, 6-8 Ekim’in yükseklere taşıdığı politika çıtasının yansımasıydı. 8 Mart, o güne kadar görülen en geniş çaplı kitle eylemiyle tarihe geçti. Newroz’la Kürt halkı, bir kez daha 10 milyonu aşan bir güçle alanlardaydı.

Sayıları on milyonlar düzeyiyle ölçülen devrimci kitleler, bir yandan birliğinin gücünü sınarken, öbür yandan bizzat olayların gündeme taşıdığı “silahlı ayaklanma” düzeyine geçişin tüm sancılarını yaşıyordu. Öncekilerle kıyaslanmaz ölçüde bir nitel sıçrama aynı ölçüde sancılı, karmaşık, alışageldik reflekslere dayalı hareketliliği dağıtan özelliklere sahiptir. Çünkü, proletaryanın hegemonik gücüne henüz ulaşmamıştı; bu durumda kitleler, yani on milyonlar, yükselişi ancak kıra döke, önyargı duvarlarına çarpa çarpa, alışkanlıklar ve de zorunluluklar, kaygılar ve kanaatler arasında yalpalaya yalpalaya, kritik anlarda “politikaya el koyarak” bu anlar dışında meydanı boş bırakarak gerçekleştirmek zorundaydı. Tam da bu geçiş, nitel sıçrama için güçlerin biriktiği anda, oportünist koordinasyonun partisi HDP, Demirtaş'ın ağzından “ne olursa olsun, barışçıl yoldan vazgeçmeyeceğiz” ilanını yapıyordu. Hakkını yemeyelim, bu sözlerin tutarlılığı ve kararlılığını test etmek için fazla zaman geçmeyecekti. Kent savaşlarının artı eli kulağındaydı.

Tekelci-sermaye ve politik temsilcisi dinci-faşizm, yaşananları bir “varlık-yokluk” sorunu görüyordu ve hiç de abartı yapmıyorlardı. Ayaklanmacıların, hükümetle nihai kapışma için fırsat bekledikleri, herkesçe görülebiliyordu. Öznel niyet ve hazırlıklar bir yana, var olan sınıf dengeleri böyle bir hesaplaşmayı gündeme taşıyordu: Ne devrim sermaye gericiliğini ezebilmiş, ne de sermaye devrimin silahlı ayaklanma örnekleri sergilemeye başlayan gücünü dağıtabilmişti. Bu denge durumu, her iki tarafı da, hasmının en ufak yanlışından veya zayıflık gösterisinden yararlanmak üzere, tetikte tutuyordu. Faşizm, 2015 Mayıs’ını, hiç de seçim karnavalıyla değil, işte bu gerilim dolu havada karşıladı. 1 Mayıs için Taksim, on gün öncesinden kapatıldı. Tehditler, katliam vaazlarına dek varıyordu. Devrim ise, henüz hazırlığını tamamlayamadığının farkındaydı. Bu yüzden; bir tarafta faşizmin yüksek perdeden tehdit ve hazırlıklarına baktı, diğer tarafta eylem çağrıcılarının yüreksiz seslenişlerine. “Aman” diyordu çağrıcılar, “sakın ha! Hükümet en iyimser tahminle bizi baraj altında bırakmak, en kötü ihtimalle seçimi ertelemek için provokasyon yapacak”. Devrimci kitlelere, eğitilecek çocuk gözüyle bakanlar, defalarca ciddi çatışmalardan geçmiş bu milyonların, bu ibret veren manzaraya bakıp, faşizmin kendilerini ezeceği yere gitmemeyi tercih etmelerini anlayamadılar. Her şeyi, devrimci yığınların alışılmadık tarzda refleksler göstermesini, ezilip dağılacakları yerlere gitmeyip sonuç alıcı eylem anı için güçlerini sabır ve metanetle koruma güdüsünü belirleyen, sınıf dengelerinin kendisiydi; ayaklanmanın kuralları işliyordu.

7 Haziran 2015 seçimlerine işte bu olağandışı sınıfsal gerilimler eşliğinde gidildi. Denebilir ki, 7 Haziran, tekelci sermaye ve dinci-faşizme, devrim karşısında daha kararlı adımlar atmak için, çılgınca bir cesaret aşılamaktan başka bir işe yaramadı. Yine her tür hile hazırdı. Seçim listelerinde şişirmeler, sandık başında çevrilen dolaplar ve birleştirme tutanaklarında devreye sokulan bilgisayar maketleri... Seçim akşamına dek, her taraftan hile haberleri sağanak misali düşmeye devam etti. Bu arada Kürdistan halkı, bir kez daha özerklik atılımına hazırlanıyordu ve seçim sonuçları özerkliğe bir meşruiyet zemini sağlayacaktı, bu yüzden Kürt halkının ilgisi yoğundu. Ve AKP, Kürdistan’da tabela partisine dönüştü; ilk gelen bu gerçek sonuçlardan ürküntü duyan sermaye, sandık başındaki hileler ile yetinmekte karar kıldı, çünkü daha ötesi, Kürdistan'da olduğu kadar, Türkiye'de de genel bir isyanın bahanesi olabilirdi. Hendekler hazırdı, Türkiyeli emekçilerin çoğunluğu, seçimlere hile karıştığına dair düşüncelerini anketlere yansıtmıştı: o gece YSK'nın sayılan oylar %50'yi geçtikten sonra ilk sonuçları açıklaması, bu ürkütücü tablonun yarattığı kararsızlığı ifşa ediyordu.

Mayıs'ın tersine, bu kez, ayaklanma konusunda zayıflığını gören ve geri adım atan dinci-faşizm olmuştu. Geri adım, ancak çılgınca bir karşı hamleyle telafi edilecekti. Parlamenter yolcular da durumun ne denli hassas olduğunun farkındaydı. Partisinin barajı geçtiğini gören Demirtaş: “Uçurumun kıyısından dönüldü” diyordu. AKP'yi desteklemekle bilinen bir gazeteci: “HDP parlamenter rejimi kurtardı” sözlerini sarf ediyordu. Büyük sıkıntının farkında olan ama yanlış sonuçlara varan o yorumların ham hayalciliği, bir kaç hafta içinde açığa çıkacaktı. Çünkü, Marx'ın; “halkın çoğunluğu devrimci bir dönemde genel oyun verebileceği her şey olan olgunlaşma okulunda geçmişti. Genel oyun bir devrimle ya da gericilik tarafından bir yana kaldırılması gerekiyordu” (Fransa'da Sınıf Savaşımları, sf 143) şeklinde ifade ettiği durum, kendine özgü süreçlerden geçerek, Türkiye ve Kürdistan devriminde de belirmişti. Kürk halkı, özerklik için hazırlandığı ayaklanmaya giriş taksimi olarak kullanıyordu genel oyu. Türkiyeli devrimci yığınlar, ya boykot tutumunda ısrar ediyor, ya da nihai hesaplaşmada ne denli geniş bir ittifaka dayanabileceğini görmek amacıyla sandık başına gidiyordu. Dinci-faşizme oy veren karşı-devrimci cephenin çoğunluğu ise, sonucun büyük çaplı hileler ile belirlendiğinin farkındaydılar ve onlar için de genel oy, kutsal bir irade beyanı değil, ölümüne kapışacağı hasmının “boy ölçüsünü alma” fırsatıydı. Bu koşullar altında, sermaye düzeninin genel oydan beklediği esas görev, yani devrimi uyuşturma, çelişkileri köreltme görevi yerine gelmiyor aksine, her seçim kutuplaşmanın daha da derinleşmesine aracılık ediyordu. Yani, rafa kaldırma zamanı gelmişti. Dinci-faşizm, 7 Haziran sonuçlarını kabul etmedi ve parlamentoyu, zorla basıp dağıtarak değil, gayet yasal yollardan, arka kapılardan dolanarak, ama kesinlikle fiilen, ortadan kaldırdı. Bundan böyle herkes, genel oyun hiçbir sonucu değiştirmeyeceği ön kabulüyle oyuna dahil olacak, rolünü buna göre oynayacaktı.

Oportünist parlamenter yolcuların bu durumu görebilecek ne kafası vardı ne de yüreği. Seçimin ertesinde gazetelerine boy boy “güle güle Tayyip!” manşetleri attılar; “12 Eylül ve devlet, Erdoğan ve AKP nezdinde fiilen aşılmış oldu” değerlendirmesi yaptılar. Parlamento dışı kalan solu, silik bir gölge ilan edenler oldu. Ne kendilerine oy verenlerin gerçek muradını anlamışlardı, ne de parlamentoya bağlanan boş hayallerin silik bir gölge haline geldiğini görebildiler. Tekelci sermayenin faşist devleti, sonu gelmeyen bir dehşeti tekrar tekrar yaşamak yerine, dehşetli bir son için hazırlıklarını yapmıştı. Öyle bir dönem açılıyordu ki, sadece bir yıl sonra akan kanın bilançosu açıklandığında, önceki yılların beş katı ölçüsünde bir dehşet manzarası çizilecekti. Bu derece yoğun bir iç savaş, en yüksek derecede merkezileşmiş bir yürütme erkine ihtiyaç duyar, oysa parlamento ve genel oy, koalisyonu dayatmıştı. Öyleyse dinci-faşizm, başlangıcı, parlamentonun ardına bir tekme atarak yapmaya mecburdu. Parlamenter batağa saplanmış yasal sol partiler ve onların “bir oy her şeyi değiştirir” türünden katlanılmaz hamlıkları, en başta işçi sınıfını öylesine bıktırmıştı ki, seçimden birkaç hafta sonra patlak veren “Metal Fırtına”da proletarya, hiçbir partinin destek için yanlarına gelmesine, proleter eylemin prestijinden yararlanıp bu ham halat nutuklara hayat öpücüğü üflemesine izin vermedi. Biz kavgamızı kendi koşullarımızda, fabrikada vereceğiz dediler. O zamanlar bu tutumu işçi sınıfının politik yüzeyselliğine dayandırmaya çalışanlar pek çoktu. Oysa proletarya, bu türden “öncü”lere tam güvensizliğini deklare ediyordu, başka bir şeyi değil. Metal Fırtına haftalarca sürdü ve tekelci sermayenin çelik çekirdeği MEES'i bölmeyi başardı.

Önce 20 Temmuz, sonra 10 Ekim. Dinci-faşizm iç savaşın en sinsi ve kanlı yöntemine başvuruyordu: Kendi elleriyle organize ettiği IŞİD katil sürüsünü, kalabalıklar içinde patlatmak! Sanıyordu ki, bu yoldan, hem devrime kanlı bir ders verecek, hem de kan kendi üzerine sıçramayacak. Fakat, beklediğini bulamayacaktı.

20 Temmuz Suruç katliamını kayıp cenazelerinde, devlete öfke kusan kitle gösterileri yaşandı. Katliamın şok eden vahşeti, en geniş emekçi kesimleri derinden sarstı, memleketin her köşesinde yas vardı. Katliamı alkışlamaya yeltenenler aforoz ediliyordu. 1978 Beyazıt katliamından sonra ilk kez, nüfusun ezici çoğunluğu, yıllar boyu “terörist ve marjinal” diye damgalanan sosyalist kimliği açık gençlerin ölümüne yas ve öfke duyuyordu. 10 Ekim, bu havayı yeni bir düzleme taşıdı, yası boğacak denli yoğun bir öfke vardı artık. Onlarca kentte yüzbinler “katil devlet” sloganlarıyla yürüdü, Amedliler dev kitle gösterisine “Devrim Zamanı” pankartıyla katılmıştı. Ve biz, nihayet, dehşet veren bir katliam karşısında bile, devrimci kitlelerin genel muharebeye hazırlanan bir ordunun ruh halini göstermeye başladığına şahit olduk. Aileler, yakınlarının parçalanmış bedenlerini kucaklayıp, davalarını ve kavgalarını sonuna kadar götürme sözleri veriyorlardı. Katliamın yaşandığı gün, yüzbinlerce kişi, kan bağışı ve yardım için kendiliğinden organize oluyordu. Bu denli yüksek bir metanet, bombaların patladığı yerlerde kalma cesareti, ancak bir genel muharebe havası içinde mümkün olabilirdi.

Ne var ki, birleşip güçlerini harekette egemen kılan oportünizm, uğursuz rolünü bir kere daha oynadı. 10 Ekim katliamında yitirilen 110 insan için, merkezi bir merasim, bu çevrelere çok tehlikeli göründü. Katliamdan iki gün sonra, Ankara'da toplanan yüzbini aşkın insan, başka IŞİD'lilerin halen sokakta olduğunu bildikleri halde korkusuzca bir araya gelen bu kitle, öfkeden deliye dönmüş ailelerin meclise yürümelerini izlemeye hazırdı. Fakat öfkeli aileleri, polis barikatından önce karşılayan başka bir barikat vardı, kol kola girip geçit vermeyen pespaye reformist çevreler: Devrim adına atan her yürek için, kahreden bir görüntü!

Dinci-faşizm kanlı elleriyle devrimin üzerine çullanıyor, devrim bu hamlelere bir karşılık vermek için sokaklara akıyor, fakat parlamenter budalalığa batmış oportünizmin duvarına çarpıyordu. Çok sonraları, bu çevreler “halk 10 Ekim'den sonra, bombalardan korktu” sakızını çiğneyeceklerdi. Hayır, devrimci halkı asıl dehşete düşüren, kanlı bir kavganın artık onuru korumaktan öte, yaşamsal bir sorun haline geldiği biranda, öncü kimliğiyle ortalıkta dolaşanların “yaşamak istiyorsan sus ve sadece oy kullan” vaazlarının kan donduran sinikliğiydi. Asıl dehşet verici olan, bir kan banyosundan geçen iç savaşın ortasında, parlamento sevdalılarının TUSİAD başkanıyla tokalaşıp konuşmasını gururla sunmasıydı, seçim hükümetinde bir bakanlık, RTÜK'te fazladan bir koltuk için çırpınıp durmalarıydı.

Umut Çakır

Devam Edecek...

 

İlk bölümü okumak için tıklayınız.

İkinci bölümü okumak için tıklayınız.

Üçüncü Bölümü okumak için tıklayınız

Dördüncü bölümü okumak için tıklayınız

Beşinci bölümü okumak için tıklayınız

Altıncı bölümü okumak için tıklayınız

Yedinci bölümü okumak için tıklayınız

Sekizinci bölümü okumak için tıklayınız

Dokuzuncu bölümü okumak için tıklayınız

Onuncu bölümü okumak için tıklayınız

 Onbirinci bölümü okumak için tıklayınız

Umut Çakır'ın Yeni Dönem Yayıncılık'tan 2019'da yayınlanmış olan Seçimler Ve Devrimci Politika kitabından alınmıştır. Kitaba ulaşmak için tıklayınız.