< Seçimler Ve Devrimci Politika-9-

Uzun İç Savaş

Komintern yalnızca faşizm sorunuyla değil, masasında en az onun kadar önemli bir başka sorunla daha yakından ilgilendi: Çin Devrimi. Bu devrim, daha o zaman uzun iç savaş biçimi kazanmıştı ve tarihe bu niteliğiyle geçti. Ve bu ifadenin hakkını verdi. 1920’lerin sonunda başlayan, ÇKP öncülüğündeki emekçi sınıflarla karşı-devrimci Komintang arasındaki iç savaş, 1949’a dek sürdü ve devrimin zaferiyle son buldu.

İç savaş Çin’de neden kadar bu kadar uzun sürdü? Çünkü Komintang, bin yıllık imparatorluğu tarihe gömen parti olarak kentlerle hem siyasi hem askeri açıdan çok güçlü bir tabana sahipti. İç savaş bir proleter silahlı ayaklanmanın, Şanghay Komünü’nün kana boğulmasıyla başladı. ÇKP, devrimci ordusunu korumak üzere, önce güney eyaletlerine, sonra ülkenin en uzak, ulaşımı en zor kuzey bölgelerine şekildi. Bu en uzak sınır eyaletlere sıkışma bile olsa, savaş, Çin’in tüm politik yaşamını belirledi. Buralarda yaşanan her zafer ve yenilgi Komintang başkentinde de yeni güç dengeleri yarattı. Yirmi yıl boyunca Çin gericileri süngüyü gündemden düşürmediler, çünkü bu geniş topraklarda kırlar öfkeli yoksul köylülerle doluydu, ÇKP devrimci ordunun saflarını yeni ve taze güçlerle sürekli takviye edebildi, aynı şekilde Komintang da kendi karşı-devrimci tabanından yararlandı. İç savaş uzadı, çünkü Komintang ne zaman sıkışsa emperyalist dünya onu parayla, silahla, diplomasiyle destekledi. Savaş uzun sürdü çünkü gericiler ordusunu parçalayacak gelişmeler çok yavaş olgunlaştı. Uzadı, çünkü iki taraf arasında askeri-teknik yönden bir uçurum vardı. Uzadı çünkü, hemen sınır hattı boyunca binlerce kilometre uzanan SSCB, Çinli burjuvaların burnunu ölüm kokularıyla dolduruyordu ve onların “süngü politikasından tavizler politikasına” geçişine izin vermiyordu. Uzun sürdü, ama bu, ÇKP “uzun süreli halk savaşı stratejisini” seçtiği için, sınıfların karşılıklı ilişkisine uygun olduğu için, zafer ancak uzun iç savaşta kazanılabildi.

Çin Devrimi, 20. yüzyılın gördüğü ne ilk ne de son uzun savaştı. Gerçekte, İrlanda’da 1916 Paskalya ayaklanmasından bu yana, partizan şiddeti ve kitlesel isyanlarla iç içe yürüyen iç savaş, kimi kez dünya savaşı, kimi kez güçlerin tazelenmesi için verilen geçici molalar ile 1995’e kadar sürdü. O yıl el sıkışan Blair ve IRA komutanları, “20. yüzyılın en uzun iç savaşını” bitirmekle övündüler.

Yüzyılın ikinci yarısı, uzun iç savaşları uluslararası bir olgu haline getirdi, her kıtada görüldü. Guatemala ve Kolombiya iç savaşları 60’larda başladı, birincisi 30 yıl ikincisi neredeyse 50 yıl sürdü, halen de sürüyor. El Salvador, 1978’den 1981’e dek devrim cephesinin başkenti kuşattığı bir aşamada utanç verici bir uzlaşı ile sona erdi. Lübnan, bu yüzyılın en şiddetli iç savaş görüntülerini 1975-85 arası yaşadı, kentler ikiye bölündü, her sokak ayrı bir cephe mevzisi haline geldi. 1960’ların sonunda, Güney Afrika ırkçı-faşist rejimine karşı girişilen ve kan denizine boğulan Soweto ayaklanmalarından sonra, gerilla savaşları, grevler ve kitlesel isyanlarla örülü uzun iç savaşı yaşadı, 1994’de Mandela başkan seçildiğinde iç savaş perdesi indi. Bugünkü adı Demokratik Kongo Cumhuriyeti olan eski Zaire’de, ulusal önder ve başbakan Lumumba’yı katleden Mobutu rejimine karşı, ilk adımlarına Che’nin de eşlik ettiği bir iç savaş gelişti ve 1998’de isyancılar başkente girdiklerinde iç savaş çeyrek asrı geride bırakmıştı. Hemen yanı başımızda Irak, iç savaş ve iç savaşa yakın sert sınıf mücadelelerine sahne oldu. 1969’da bir darbe ile iktidara gelen Saddam güneyde büyük prestij ve güç sahibi KP’yi ezmek için Necef, Kerbela gibi en kutsal tarihi şehirleri tahrip etmekten çekinmedi. Komünistleri kanlı bir iç savaşta tasfiye ettikten sonra Kürtlere sıra geldi. 1975’de başlatılan Enfal harekatı, kitlesel soykırımı andırıyordu. 1980-90 arasında İran’la savaşa tutuşurken, içeri de Halepçeler, süngü politikasının kesintisiz sürdürülmesine işaret ediyordu. Ve liste böyle uzayıp gider… Srilanka, Peru vs. Tüm bu uzun iç savaşlarda pek çok ortak nokta bulabiliriz. Tıpkı Çin gibi buralarda ya güçlü bir karşı-devrimci kitle desteğine ve buna ek olarak emperyalist dünyanın mali-askeri desteğine sahip bir gericilik; militarist karakteri gelişkin ve teknik düzeyi yüksek ordular ve bu orduların politikayı rehin almaları; buna karşılık, hükümetlerinden tekme tokat dışında bir şey görmedikleri için devrimci hareketi en zor dönemlerinde bile sırtlayıp ayağa kaldırabilen öfke dolu emekçilerin kitle desteği. Aynı zamanda bu ülkeler, ekonomik ve ticari yaşamın, dolayısıyla siyasi kavganın yoğunlaşıp, devrimin kaderini belirleyen merkezlerden yoksundu. Ya da bu merkezler karşı devrimin siyasi ve askeri kalesi haline gelmişti, “tayin edici anda tayin edici yere güç yığmak” zaferin bu birinci kuralını hayata geçirmek, silahlı ayaklanma ve çatışmaları en geniş alanlara yaymaktan, düşmanı yıpratıcı bir savaşa zorlamaktan geçiyordu.

İşte Denizlerle başlayan Türkiye ve Kürdistan devriminin savaşçı proleter kadroları, uluslararası deneyimlerin bu zengin içeriğini miras aldı. Komünistler, Leninistler, eğer kendilerini 1905-17 arasındaki deneyimle sınırlandırmış olsalardı her şeyden önce bir komünist gibi düşünme, Lenin’in politik mirasını yaratıcı biçimde yorumlayıp onu bir reçete değil, bir eylem kılavuzuna dönüştürme görevini yerine getiremezlerdi. Bu topraklarda sahip olduğumuz deneyime geçmeden önce, devrimci durum ile iç savaş arasındaki karşılıklı ilişkiye dair birkaç kısa not yazmak yerinde olur.

1. Lenin vurguluyor: “Devrimci bir anda işler çabucak bir iç savaşa dönüşebilir.” (Seçme Eserler, Cilt 3, s 58) Yine de bu, her devrimci durum iç savaş doğurur anlamına gelmez. Devrimci durum belirli bir anın donmuş koşullarına atıfta bulunmaz; o bir süreçtir. Bir başlangıcı, yetkinleşmesi, olgunlaşması bulunan ve sık sık bu döngünün şu ya da bu aşamasına geri dönen dinamik bir karaktere sahiptir. İç savaşlar, ancak devrimci durumun belli bir olgunluğa eriştiği ekonomik ve politik krizin yığınsal şiddete ve ayaklanmalara yol verdiği zamanda, genellikle böyle anlarda bizzat gerici egemen sınıf tarafından gündeme getirilir.

2. İç savaşlar, devrimci durumun içinden doğarlar, ve bu devrimci durumu beslerler. Her savaş gibi iç savaşlar da hükümetleri diken üstünde tutar; hiçbiri yarınından emin değildir; egemen sınıfların kendi içindeki çatışmayı körükler. İç savaşlar yürütme erkini aşırı şekilde merkezileştirir, bu merkezi erkin biraz dışında kalan sermaye gruplarının çıkarları zedelenir; bu yüzden egemenler katında, her yenilgi sonrası hançerler sırttan, her zafer sonrası böğürden işler. Yönetememe krizi bu olgulardan özel olarak beslenir. İç savaşlar ekonomiyi ciddi ölçülerde sarsar, sefalet yayılırken vergiler artar, ekonomik krizlerin döngüleri sıklaşır ve süreleri uzar.

3. İç savaşlar, kitlelerde şiddet dolu duygular uyandırır. Dinsel hurafeler, şovenist önyargılar ve elbette hükümete karşı öfke… Dinsel ve şovenist önyargıları kamçılayan iç savaş halkın ezilen, horlanan, yok sayılan kesimlerinde tedirginlik, korku ve nihayet bir noktadan sonra kendini savunma refleksleri doğurur. İç savaşa eşlik eden politik baskılar, sansür, vs. halkın içinde demokratik özlemleri uyandırır, harekete geçirir. Eskisi gibi yönetilmek istemeyenlerin arayışını hızlandırır.

4. Devrimci durumu oluşturan ögelerin şu ya da bu yanında görülebilecek düşüş eğilimleri, iç savaş tarafından tersine çevrilebilir. Mesela, ekonomik krizin yumuşaması ya da egemenler arası kavganın bir süreliğine ertelenip yatışması. Böyle anlarda hükümetler genellikle, iç savaşta hızlı bir zafer kazanma hevesine kapılırlar ve iç savaşı şiddetlendirme yoluna girerler. Eğer kısa sürede tayin edici hamleleri yapamazlarsa bekledikleri zafer gelmezse, egemenler arası geçici ateşkes bozulur hançerler yeniden ışıldamaya başlar. Ekonomide sağlanan rahatlama iç savaşın daha şiddetli seyri yüzünden yayılan politik hoşnutsuzlukla telafi edilir. Böylece iç savaş devrimci durumu yeniden olgunlaşma düzeyine doğru iter.

5. İç savaşın tarafları, zaman zaman çatışmalara ara vermek, gerginliği yatıştırmak için çaba sarfedebilirler ama zaten gerici egemen sınıflar böylesi nefes molalarına, ekonomik ve siyasi kriz onları ciddi oranda nefessiz bıraktığı, kitlelerin bir ayaklanmaya doğru gittiğinin belirtileri yoğunlaştığında ihtiyaç duyarlar ve nefes molalarında ihtiyaç duyulan baskı, kitlelerin bağımsız devrimci inisiyatiflerinin akacağı yeni çatlaklar ve yeni kanallar yaratır. Burada en genel hatlarıyla verilen geçişler ve karşılıklı etkileşimin koşulları nedeniyle, uzayan iç savaşlar, devrimci durumun, dalgalanan, tekrar eden bir dizi süreç biçiminde varlığını sürdürmesine vesile olabilir. Yaşayan tarihin zengin deneyimi, her dönemde, bu geçiş ve karşılıklı ilişkinin şu ya da bu yönünü belirginleştirir, farklı biçimi ve etkileşimi kılığında karşımıza çıkarır. Ve bu geçişleri, karşılıklı etkileşimleri baştan reddetmek tarihin ve toplumun nesnelliğinin diyalektiğine dair kuru sıkı laflar etmekten öte bir anlam taşımaz.

6. Bu topraklarda, devrimci partilerle reformistler arasında hemen her konuda fikir ayrılıkları olsa da, her iki tarafın üzerinde uzlaştıkları tek konu vardır: Burada, burjuva demokrasisinin hiç yaşanmamış olduğu. Gerçi, son dönemde kapıldıkları dehşet verici parlamenter budalalığın etkisiyle, geçmişte kabul ettikleri bu gerçeği şimdi inkar edenler de az değildir.


Türkiyede Parlamento ve Seçimler

Türkiye’de reformist akımın ağababası M. Ali Aybar bile “Filipinler tipi demokrasi” lafını ağzından düşürmezdi. Tek parti döneminde genel oy bir komediden ibaretti: Şefin atadığını onaylama mekanizması. Bu nedenle parlamento gerici TC’de yürütme erkinin ve ordunun yanında, ayrı bir güç odağı haline gelemedi çünkü tek parti yönetiminde genel oyun bir gücü yoktu. 1960 darbesi parlamentodaki çoğunluğu bir güç kaynağı haline getirmeye çalışan Demokrat Partiye güç ve otoritenin nerede toplandığını hatırlatmış oldu. Genel oyun, eğer, halk için az çok sahici bir anlam taşıdığı yani egemenler tarafından köpürtülmeden, ayartılmadan, halkın içinden doğan bir umuda aracılık ettiği bir dönem vardı ise, 1980 faşist darbesi sonrası yapılan seçimleri bu kategoriye koyabiliriz. Halk o zaman genel oya, cunta yönetiminden kurtulmanın yolu gözüyle baktılar ve cuntacıların partisinin karşısındaki tek rakibe destek verdiler. Fakat bir süre sonra, daha iyi anlaşıldı ki, faşizmden genel oy ile kurtulmak mümkün değildir. Çünkü faşizm bu ülkede kurumsallaşmıştır, şu ya da bu hükümetin değişimi ile tasfiye olmaz.

Pek uzak olmayan bir zamana dek, sık sık, tekelci faşist basının bile manşetlerine çıkan bir anket yapılırdı: Devlet kurumlarına güven anketi. Orada bile nüfusun (halk-burjuvazi) tamamı içinde parlamentoya duyulan güven %20’ler seviyesini aşmadı. Keza, çok yakın bir dönemde, 2017 yazında, açıklanan bir başka ciddi anket, nüfusun (halk-burjuvazi) %76’snın seçimlerin adil olmadıklarına inandıklarını ortaya çıkarmıştı. Eğer “tüm sorunu kalkışma var mı yok mu sorununa indirgeyen” dar kafalılığa düşülmeyecekse, faşist basının dahi manşetlere çektiği bu verilerin bir şeyler anlattığını, güçlü bir takım eğilimleri yansıttığına kanaat getirmek yerinde olacaktır. Tüm bu verilere rağmen, kimileri Lenin’in şimdiki parlamentolardan çok daha etkinlerine sahip 1920’lerin İngiltere, Almanya ve İtalya’sındaki sol sapmalara, üstelik devrimci olmayan bir durum için öğütler verdiği “sol komünizm”in taktikleriyle karşımıza çıkıyorlarsa parlamentoya körü körüne inanç besleyen (ve burjuvalar dahil) nüfusun %20’si, genel oya inancı olan (yine burjuvalar dahil) %25’i adına konuşuyor, devrimci politikayı bu en geri yığınlar seviyesine çekmek öğütleniyor demektir.

Peki ama kitleler, inanmadıkları halde, neden seçimlere katılıyorlar? Çünkü deneyim, bu kitlelere, genel oy yoluyla en köklü sorunlarına çözüm bulamadıkları gerçeğine rağmen, nefret ettikleri ya da hoşnutsuz oldukları hükümeti bu yoldan “cezalandırmanın” mümkün olduğunu öğretmiştir. (Gerçi dinci-faşizm sağolsun, kitlelere bu yolu da kapattı!) Bu noktayı anlamak önemlidir. Çünkü, parlamentoya inanç türünden değil, ama devrimci hareketin önüne başka türden, öfke duyulan hükümetlerle siyasi hesaplaşmayı sandık yoluyla yapmak türünden bir “parlamenter hayali” çıkartmaktadır. Bunun, Marx’ın, Lenin’in uğraştığı türden bir parlamenter hayalcilik olmadığı hemen farkedilecektir. Ve, Leninist partinin seçimlere ilişkin tutumuna, diğer çok önemli koşulların yanında bu özgün koşul da damgasını vurmaktadır. Geçmiş seçimlerin analizine ilişkin bölümde, bu konuları işleyeceğiz.

Bir veri “yanılgı” da, “seçimlere katılımın %80’in altına hiç düşmediği” iddiasıdır. Bu iddiayı çürüten gerçek rakamları ele alacağız. Ama, aklı başında “herkes”in faşizm altında gerçekleşen seçimlerin “Bonapartist türden” seçimler olduğuna, muazzam ölçeklerde hilenin yapıldığına dair kesin inançlarını dile getirdikleri bir zamanda, böylesi “hükümet verileri”ni kesin bir gerçek kabul etmek, en hafif deyimle, talihsizliktir. Bu iddiayı dile getirecek bir reformist partiye, Leninist Parti’nin vereceği cevabı hayal edin: Burjuvaziye karşı boş bir güvenle dolu olmak!

Devrimci durum ve iç savaşın bir komünist partiye yüklediği görevlerden bağımsız ele alındığında bile, halkın gözünde parlamentonun ve seçimlerin yeri, bu yönde -kesinlikle tam değil ama çok güçlü bir eğilime işaret eden- yapılan anketlerden dahi anlaşılabiliyor. Peki ya, egemen sınıfların gözünde seçimlerin, “taktik” anlamı nedir? Bunu da şu sözler anlatıyor: “seçimler sokakları temizler.” Bu söz, 60’lardan 2000’lere dek en kritik zamanlar boyunca devletin en tepesinde bulunmuş bir sermaye temsilcisine, Demirel’e aittir. Bulunduğu konum, edindiği tecrübe ile Demirel’in bu sözünü egemen sermaye sınıfının “seçim taktiği” olduğunu kabul etmek gerek. Proletaryanın “bağımsız” sınıf tavrını başka saikler üzerine inşa etmeli. Ama bağımsız sınıf tavrı, burjuva taktiklerden bağımsızlık, bu taktikleri görmezden gelmek değildir. (Bkz Seçme Eserler, Cilt 11, s. 520) Tam tersine, proletaryanın taktikleri, burjuvazinin karşısına “aynı mahiyette” bir başka taktikle çıkmaktan ibarettir.

Artık, 80’lerin sonundan itibaren buraya kadar genel hatlarını incelediğimiz devrimci durum ve uzun iç savaşın kendini bu topraklarda hangi biçimlerde gösterdiğini ele alalım. Bu koşullarla sıkı bağıntısı içinde seçimlere dair tutumunu her seferinde nasıl şekil bulduğunu anlatmak gerekecek.

Umut Çakır

Devam Edecek...

 

İlk bölümü okumak için tıklayınız.

İkinci bölümü okumak için tıklayınız.

Üçüncü Bölümü okumak için tıklayınız

Dördüncü bölümü okumak için tıklayınız

Beşinci bölümü okumak için tıklayınız

Altıncı bölümü okumak için tıklayınız

Yedinci bölümü okumak için tıklayınız

Sekizinci bölümü okumak için tıklayınız

 

Umut Çakır'ın Yeni Dönem Yayıncılık'tan 2019'da yayınlanmış olan Seçimler Ve Devrimci Politika kitabından alınmıştır. Kitaba ulaşmak için tıklayınız.