Türkiye ve Kürdistan'da işçi sınıfı, diğer emekçi sınıflar ve yoksul kitleler için yaşamın çekilmez hale geldiği bir gerçek artık. Dinci faşist iktidarın başı dahil, burjuvazinin politik kadroları da artık bu gerçeği kabul ve itiraf ediyorlar.

Örneğin, dinci faşist iktidarın başı, bu gerçeği şöyle itiraf etmek zorunda kalmıştır:

Enflasyonun yol açtığı hayat pahalılığı konusundaki sıkıntıları da gayet iyi biliyoruz. Maliyetleri düşürmek ve fırsatçılarla mücadele etmek suretiyle en kısa sürede enflasyonu da kontrol altına alarak, raflardaki, etiketlerdeki fahiş fiyat artışlarının önüne geçeceğiz.”

Hayat pahalılığı dedikleri şey, gerçekte, emekçi sınıfların açlık çukuruna yuvarlanmasıdır. Bu, istisnasız bütün kapitalist ülkelerde, kapitalizmin ve bu ülkelerdeki burjuvazinin çıkarlarını her şeyin üstünde ele alan burjuva iktidarların politikalarının sonucudur. Kapitalist özel mülkiyet ve burjuva egemenliği koşullarında başka türlü olması da mümkün değil.

Dinci faşist iktidar “etiketlerdeki fahiş fiyat artışlarının önüne” geçebilir mi? Birincisi, fiyat artışlarının önüne geçmek dinci faşist iktidarın karakterine uygun değil. Dinci faşist iktidarın görevi, kapitalist sömürüyü azaltmak ya da hafifletmek değil, aksine elinden geldiğince yoğunlaştırmaktır. Kendi döneminde hiç grev olmamasıyla, grevlere izin vermemesiyle övünen bizzat dinci faşist iktidarın başıydı.

Ama, bundan önemlisi, fiyat artışları ya da emekçi sınıfların sürekli ve artan biçimde yoksulluğa, açlığa, sefalete itilmesi kapitalist üretim biçiminin kaçınılmaz sonucudur. Toplumun ürettiği zenginliği giderek daha az elde toplayarak kitleleri açlık ve yoksulluğa sürüklemek kapitalist üretimin temel yasasıdır. Dolayısıyla ne dinci faşist iktidar ne de başka herhangi bir burjuva iktidar, “hayat pahallılığı”nı önlemez, önleyemez.

Nitekim, tüm kapitalist gelişme tarihi boyunca Türkiye ve Kürdistan'da geçim araçları başta olmak üzere tüm ürünlerin fiyatlarındaki artış sürekli yükselen bir çizgide olmuştur. İnönü'sünden Menderes'ine, Süleyman Demirel'inden Ecevit'ine, 12 Eylül faşist generallerinden 90'lı yılların tüm hükümetlerine, oradan son 20 yılın dinci faşist iktidarına kadar geçmişe kısa ve kaba bir bakış bize bu gerçeği gösterecektir.

Kapitalist özel mülkiyet, kapitalist üretim, ürünlerin ve üretim araçlarının özel mülk edinme biçimi bu olgunun temel nedeni ve kaynağıdır. Bununla birlikte, burjuva iktidarların siyasi karakteri bu pahalılığın artış hızı üzerinde belli bir etkiye sahip olurlar. İşçi sınıfı, emekçi kitleler ve ezilen halklar üzerinde açık, kanlı bir diktatörlük olan faşizm bu sömürüyü yoğunlaştırır ve “hayat pahalılığını” dayanılmaz noktalara taşır.

Emekçi sınıflar için yaşamı dayanılmaz kılan temel geçim mallarındaki fiyat artışlarının bir diğer kaynağı, sürekli büyüyen ve toplumu nefessiz bırakan asalak bir zar gibi saran devletin kendisidir. Yani ordudur, polistir, sayısı milyonlarla ölçülen bürokrasi/memur ordusudur. Sınıf savaşı şiddetlendikçe toplumun en ücra hücresine kadar uzanmak ve temas kurmak zorunda olan devlet aygıtı büyüdükçe büyür; şiştikçe şişer.

Burjuva devletteki, Türkiye ve Kürdistan bahsinde faşist devletteki bu şişme, işçi sınıfı ve diğer emekçi kitlelerin, yoksulların, küçük köylü ve esnafın sırtına çok değişik vergiler biçiminde biner. Çok somut örnekle, günümüz Türkiye'sinde bir ithal araba için “Özel Tüketim Vergisi” adı altında o arabanın fiyatı kadar devlete vergi ödenmek zorundadır. Ya da bir cep telefonu alan kişi bir o kadar parayı da devlete vergi olarak, farkında olmadan ödüyor. Bu, benzinden sigaraya, çaydan, şekere akla gelebilecek her mal için geçerlidir. Çünkü, devlet denen o dev asalak makineyi başka türlü beslemek mümkün değil.

Bu nedenle, burjuvazi feodalizme karşı savaşında bütün burjuva devrimlerin bayrağına “ucuz hükümet” yazmakla birlikte, hiç bir zaman bunu gerçekleştirmemiştir; gerçekleştiremezdi de. “Ucuz hükümet” sloganını gerçekleştirmek Paris Komünü'nün işi oldu. Paris Komünü kendi varlığını ilan eder etmez, “sürekli ordu ve devlet memurculuğunu kaldırarak” “ucuz hükümet” sloganını gerçekleştirmişti. Proletaryanın ve emekçi sınıfların sırtında asılı duran o asalak uru böylece bir çırpıda söküp almıştı Komün.

Burjuvaziye gelince... O tam tersine, “proleter vandalları”na karşı egemenliğini korumak için o asalak uru sürekli yaymak, büyütmek ve yetkinleştirmek zorundaydı. Ordu, polis, zindanlar, yargı, maliye ve tüm bürokrasi ordusunu yetkinleştirdikçe egemenliğini koruyabilirdi. (Sırası gelmişken, 80'li yıllarla 90'lı yılların başında Özal'ın “devleti küçültüyoruz” masalına “sol”dan kimi ahmaklar gerçekten inanmışlardı.)

Buradan şu sonuç çıkar ki, gerçekten “hayat pahalılığı”nı sona erdirmek ve işçi sınıfıyla emekçi kitlelerin, yoksul, ezilen halkların yaşamında gerçek ve kalıcı bir iyileştirme yapmak isteyen; işe ordu, polis, burjuva bürokratik aygıtı ve burjuvazinin egemenliği ile birlikte burjuva iktidarı ortadan kaldırmakla başlamak zorundadır.

Sorun, toplumsal devrim sorunudur. Türkiye ve Kürdistan'da “hayat pahalılığı”nın geldiği nokta emekçi sınıfları ve ezilen, sömürülen halkları bir toplumsal devrimin eşiğine kadar getirmiştir. Bu gerçek somut olguyu anlamayanlar, burjuvazinin korkulu yüz ifadesine baksınlar. Dinci faşist iktidarın başının yukarıda aktardığımız sözleri söylemek zorunda kalmasının nedenleri üzerinde kafa yorsunlar...