Tepedekilerin kayıkçı dövüşü, hayati meselelerin yanında fındık kabuğunu bile doldurmayan gündemler üzerine öyle bir toz kaldırılıyor ki, aşağıda, toplumun emekçi tabanında gerçekten neler yaşandığına pek az dikkat ediliyor. Edenler ise konuyu çoğunlukla, yoksulluğun boyutunu sergilemek biçiminde ele alıyorlar.

Oysa bir toplumun devrimci Marksist değerlendirmesi, sınıfların karşılıklı ilişkileri ve mücadelelerinin somut tespitine dayanır. Sınıflar arası ilişki denince aklımıza, sınıfları temsil eden parti ve kurumlar arasındaki ilişki gelmesin. Sınıflar esasta, nesnel bir koşulla, varoluşun dayattığı ihtiyaçlar ve zorunluluklar üzerinden birbirleriyle ilişkilenirler. Bu nesnel temel, sınıfların tutum, davranış ve mücadeleleri ile tamamlanır.

Sınıfların hem varoluş koşulları hem de mücadeleleri üzerinde bütüncül bir bakışla, içinden geçmekte olduğumuz dönemin karakteri tek bir cümlede özetlenebilir: Emekçi sınıfların uzun mücadele tarihinde bir kez daha, proletaryanın atılımına ve hegemonik sürükleyiciliğine ihtiyaç ve zorunluluk doğmuştur.

Dönemin bu karakterini belirginleştiren, tüm çalışan sınıfları bir varlık-yokluk sınırına taşıyan ekonomik buhranın derinliğidir. Buhran, kısa bir dönem içinde yakaladığı yaşam standardıyla bolca küçük mülk sahibi alışkanlıklar edinen orta kesimleri hızla mülksüzler safına savurdu. Çalışanların çoğunluğunu bir dip noktasında, yoksulluk ve mülksüzlükte birleştiren bu “sınıfsal yer değişimi”, bugüne dek emek mücadelesini domine eden anlayışı yani reformist ve oportünistleri de barındıran küçük-burjuva siyaset dünyasını da iflas noktasına taşıdı. Yoksulluğu geçip açlığa doğru ilerleyen orta sınıfın öfkesini gölgeleyen korku, küçük burjuva siyasetin propagandasının ana motifi haline geldi. Emekçileri de kendileri gibi sanan, onları dağınık, güçsüz, baskıyla sinmiş ve duyarsızlaşmış gören küçük burjuva siyaset, tekelci sermayenin muhalif pozlu ittifaklarının “çantada keklik” uzantıları olmakta hiçbir beis görmedi. Gelinen nokta, küçük burjuva siyasetin emekçi saflarda yalnızca umutsuzluk çaresizlik ve aldatılmışlık duyguları uyandırmasıdır.

Bu esnada işçi sınıfı, bağımsız bir çıkış yapamadığı için buhran, sınıflar mücadelesinde nesnel ilişkinin bu yanında hegemonya boşluğu doğurdu. Oysa nesnel ilişkinin diğer yanında, sınıfların varoluşsal temele dayalı ilişkilerinde proletarya, hegemonya için hiç olmadığı kadar geniş olanaklara kavuşmuştu.

Proletarya hegemonyasını büyük bir ihtiyaç ve zorunluluk haline getiren, çalışan tüm emekçiler içinde bu sınıfın, onlarla aynı derinlikte fakat çok daha can acıtan sorunlarla çevrelenmiş olmasıdır. Proletaryanın durumu, emekçi çoğunluğun sürüklendiği acıların yoğun bir özetidir; bu acılar proletaryanın varlık koşullarında somutlanmıştır, hegemonya olanaklarını yaratan temel buradadır.

Tüm çalışanlar (mavi yaka, beyaz yaka, çiftçi, zanaatçı vb.) buhran boyunca ek iş yapmaya başladılar, zorla değil gönüllüce, ama açlığın sopası altında. Eksilen, bir ihtiyacı karşılamak ya da bir borcu kapatmak için kısa süreliğine başvurulan fazla mesai ve ek iş, şimdi hayatı sürdürebilmenin yegane yolu. Küçük mülk sahipleri için bu durum, eski alışkanlıklarına vakit ayıramamak, yeni taksitlere girememek türünden hoşnutsuzluk yaratırken; proletaryada aşırı yorgunluk, bezginlik, fiziki yıpranma ve tükeniş ile ailesine bile zaman ayıramama biçimine bürünüyor. Barınma krizi, küçük mülk sahiplerini ya büyük kentleri terk etmeye ya da kenar semtlere doğru taşınmaya sevk ederken; proletarya çalıştığı tezgahtan uzaklaşamadığı için semt değiştiremedi, üst katlardan karanlık bodrumlara indi. Ve buhranın doğurduğu sorunların en acısı, yarı aç çocuklar, esasta proletaryanın sorunudur. Küçük mülk sahipleri en fazla, çocuklarını özel okullardan çektiler, onlara istedikleri oyuncakları ve marka telefonları alamadılar, sosyal hayata karışacakları harçlıklarını veremediler. Proleter çocukları ise -sorunu apaçık dile getirmekten çekinenlerin tabiriyle- “öğün atlıyorlar”. Hayat pahalılığı, küçük mülk sahiplerini AVM’lerden uzaklaştırdı, proletaryayı ise semt pazarlarından.

Böylece, bir kez daha proletarya, genel emek mücadelesinin hegemonyasını ele alacak koşulları önünde buluyor. Bir kez daha diyoruz, çünkü uzun devrim tarihinde, en belirgin biçimiyle iki kez, proletarya bu olanağı gerçeğe çevirmiştir. 70’li yılların başında ve 80’lerin sonunda, tüm çalışan sınıflar benzer bir çıkışsızlık ve çaresizlik içindeyken, proletarya ilkinde 15-16 Haziran’la ikincisinde bahar eylemleri ve onu izleyen genel eylem dalgasıyla (en öne çıkanı, Zonguldak Madenci Yürüyüşü), toplumun emekçi sınıflarını kendi ardına takabilmiş, sempati ve destek yaratmıştır.

Yaşamsal sorunların derinliği proletaryanın sınıf iradesini köreltmez, keskinleştirir. Olağan yaşamı içinde bir küçük burjuva mülk sahibi, yoksullar arasına düşmek ile üst sınıfa tırmanmak arasındaki ince çizgide durur; onu çöküşe götürenin ne olduğunu bilmez, tırmanacaksa üst sınıfla ilişkisinden medet umar, her durumda kendi kaderine hükmedecek koşullardan yoksundur, kaderi hep başkalarının elindedir. Oysa bir proleter, yaşamında defalarca işsiz kalır, ama her seferinde kendi emeğine sırtını yaslamaktan başka çaresi olmadığını bilir, onun azmini, direşkenliğini keskinleştiren budur. Öte yandan buhran küçük burjuvaların atomize üretim koşullarını iyiden iyiye dağıtırken; proletarya, büyük sanayi üretiminin sıralı tezgahlarında aynı teri döken, aynı acı ve yoksunlukla boğuşan binlerce sınıf kardeşini görür, duygu ve sezgi birliği bu sayede pekişir.

Söylenenlerden, proletaryanın hegemonyayı otomatik biçimde ele alacağı, gelişimin kendiliğinden olgunlaşacağı anlamı çıkmaz. Tersine, bu topraklarda sendika ve partilerden bağımsız, Gezi tipinde kendiliğinden bir patlama, proletarya saflarında yaşanmadı. Gerek 15-16 Haziran, gerek Bahar eylemlerine sendikalar aracılık etmiştir. Sınıfın kendiliğinden bir hareketi önündeki engeller, eskisinden daha fazladır. Burjuva sendikacılığın hakimiyeti, ilk akla gelen engeldir. Ancak meseleye daha yakından bakıldığında burjuva sendikacılıktan kopan işçi örgütlerinin de beklenen etkiye ulaşamamaları, bu alanda daha derin, daha yapısal sorunlar bulunduğuna işaret eder.

İşsizler ordusunun sürekli varlığını bir yana bırakırsak, işçi emek örgütlerinin önüne dikilen engellerin en önemlilerinden biri, ücretlerin genel düzeyinin asgariye düşmüş olmasıdır. Bu oran %60’ı geçiyor. Yani işçilerin çoğunluğunun gözü, sene başında yapılan bakanlık ve konfederasyonların dahil olduğu asgari ücret pazarlıklarındadır. Bu, iş yerleri düzeyindeki ücret kavgalarını minimuma indirmiştir. Patronlar, elbette yüksek bir sınıf bilinciyle durumun kendileri için avantajlarını kavrayıp, bu pazarlıklara göre kendi işçisine zam verme yoluna girdiler ve sınıfı minimum eylem düzeyinde tuttular.

“Ne Yapmalı?” kitabını yüzeysel okuyanlar, “rubleye bir kopek eklemek” için verilen kavgaları tümden küçümserler. Oysa Lenin, sınıfın bu kavgasının önemini teslim eder, ama sınıfa bu ücret kavgasının ötesini yasaklayanlara ateşler yağdırır. Gerçekte ücret savaşımı, bir sınıfın birliğinin harcıdır, en geridekileri bile ilgilendirir. Bu temelde bir araya gelemeyen bir sınıfı başka politik meselelerde birleştirmek daha zordur. Bir zamanların işçi eylemleri ya sendikaya üye olanların işten atılmaları ya da iflas eden patronun birikmiş ücretleri ödememesi sonucunda ortaya çıkıyor. İşyeri bazında bile, çalışanların tümünü harekete geçiremeyen sorunlardır bunlar. Ve bu da, sınıfın elindeki grev silahını etkisiz kılıyor. İşten atılan sendika üyeleri ya da kapanan işyerinden parasını alamayanlar kapı önünde direnişe devam ederken, içeride tezgahlar işlemeyi sürdürüyor. Direnişler uzadıkça uzuyor ve eylemin kendisi umudun değil, çaresizliğin gösterisine dönüşüyor. Tuhaf olanı, kimi direnişlerin başını çeken sosyalist grupların da uzadıkça uzayan bu eylemleri tercih etmeleridir. Bu gibi gruplar, sınıfın çıkarlarından çok, kendi grup çıkarlarını gözeterek, bu uzayan eylemlerde kendi direşkenliklerini, kararlılıklarını ispat etme çabasına giriyorlar.

Stalin, Ekim Devrimi’ni dünya tarihi açısından ele aldığı bir yazısında, savaşta korkunç yıkımlar yaşayan insanlığın, acil bir proleter çıkışa ihtiyaç duymuş olmasının altını çizer. Benzer biçimde, bu topraklarda ekonomik yıkım proletaryanın çıkarını acil ihtiyaç haline getirmiştir. Fakat, yukarıda söylenenlere ek olarak, daha pek çok engeli önünde bulan işçi sınıfının ana gövdesi, bu engelleri aşacak ortalama birikim, örgüt kapasitesi ve ideolojik güçten henüz yoksundur. İhtiyacın kendisiyle, ihtiyacı giderecek gücün birikimi arasında asimetrik bir uçurum var. İşte, tam da bu nedenle, proleter sınıf bilinci, dokunduğu her yerde izler bırakma potansiyeli kazanmıştır. Son zamanlarda, en geriden gelenlerin, en ileri sınıf bilinçli işçilerle temasa geçmeleri bir tesadüf değil, bu eğilimin bir sonucudur. Sınıf bilinçli işçiler, proleter sınıfın ana gövdesine ne denli dokunursa, o denli hızlı sonuç alınabilecek bir döneme girdiğimiz söylenebilir.

Önder işçilerin, sınıfın ana gövdesini harekete geçirmek için, bu dönemde üretim tezgahlarını susturacak bir grev hareketine özel önem ve dikkat göstermeleri gerekecek. Şimdi patronların en zayıf noktası burasıdır. İmalat sanayinin hem tüm sektörleri, tekstilden gıdaya, makineden demir çeliğe, yüksek döviz borçları altında gerilmemek için, işçilerle birlikte makineleri de azami çalıştırmak zorundalar. Hemen hepsi fason üretime, daha büyük tekellerin ya tedarik zincirine ya da pazar dolaşımına eklenmiş durumdalar. Üretimdeki en ufak aksama bile onları bu zincirin ve dolaşımın dışına düşürüyor. Patronların, ücret pazarlığı dahil, hiçbir grev hareketine izin vermemek için her şeyi yapmaları boşa değil.

Ancak şimdi müstesna bir etki gücü kazanmış grev silahının, yakın gelecekte şimdiki gücünü yitireceği göz önünde bulundurulmalı. Maliye Bakanı işareti çaktı. Patronlara şöyle seslendi. Yakında iç talep düşecek, kendinize yeni pazarlar bulun. Anlamı açık, iç talep daralması, işyerlerinin kapanması ve işsizliğin tavan yapması demektir. Ama işyerlerinin kapanması, patronlarının iflası anlamına gelmiyor. Pek çoğu şimdiden üretimlerini komşu ülkelere taşımakla meşgul. Bu taşınma yaygın ve genel bir hal aldığında, grevleri değil, barikatları konuşuyor olacağız.

Sınıfın ileri öncüleri, proleter hegemonya için en uygun koşulların bulunduğunu harekete geçmenin ertelenemeyeceğini bilmelidir.

Umut Çakır