Bilinir ki, her olgunun, nesnenin, sürecin bir geçmişi ve bir de geleceği vardır. Çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirme ve bu doğrultuda yasal düzenlemeler elde etme mücadelesi de (sendikalist mücadele), işçi sınıfı hareketinin geçmişidir. Görece geri biçimidir.

Makine kullanımının ve sanayi üretiminin hızla yoğunlaşması ve yaygınlaşması, sendikalist mücadelenin, Engels’in deyimiyle “kapitalistlere karşı direniş” mücadelesinin aşılması için gerekli koşulları yaratacaktır. Ki bu koşulların en başında bilimsel sosyalist hareketin doğuşu gelir.

Proletaryanın sınıf hareketi gibi, kökleri kapitalist üretim ilişkilerinin yarattığı koşullarda yatan ve tıpkı işçi sınıfı hareketi gibi, kapitalizmin yarattığı sefalet ve yıkıma karşı mücadele içinde doğup gelişen sosyalist öğreti, Marx ve Engels tarafından bilimsel temellerine kavuşturulacaktır.

Üretici güçlerdeki gelişmeyi ve sonuçlarını yakından takip eden Marx ve Engels, tarihi materyalizm anlayışına dayanarak, kapitalist toplumun varmış olduğu gelişim düzeyinin tahlilini yaparlar. Ve insani bir toplumsal düzene geçmenin olanaklı ve zorunlu hale geldiğini gösterirler. Yani üretim araçlarını özel mülkiyetine son vererek, ücretli kölelik düzenine son vermenin olanaklı hale geldiğini. Bu tespiti yapmakla da yetinmezler. Tarihin, sınıf savaşımları tarihi olduğunu gösteren sınıf savaşımları teorisini geliştirerek, bunun yol ve yöntemlerini de ortaya koyarlar. Bu doğal tarihi sürecin ve bu süreçteki rollerinin işçi sınıfı tarafından anlaşılması, bilince çıkarılması -bilimsel sosyalizmin kavranması- için, 1860’lardan itibaren hem teorik hem de pratik alanda hummalı bir çalışma başlatırlar. İşçi sınıfı hareketi ile bilimsel sosyalizmi birleştirmeye, buluşturmaya yönelik bu çalışmayla; işçi sınıfının dikkatini geçmişten ve geçmişin mücadelesinden geleceğe ve geleceğin mücadelesine yöneltmek ve bu mücadelede onları cesaretlendirmek için büyük uğraş vereceklerdir. İşçi sınıfının, geçmişin anılarından ne kadar hızlı bir şekilde kurtulabilirse geleceği kazanmaya o denli hızlı yürüyebileceğini bilen Marx ve Engels, bu nedenle geçmişin anılarını ve bilincini canlı tutma çabalarına karşı da ödünsüz bir savaş açacaklardır.

İşte, sınıf hareketinin eski düzeyini aşmasını sağlayacak olan, kökleri aynı yere dayanan ama birbirinin yanı sıra doğup gelişen bu iki hareketin; sınıf hareketinin ve bilimsel sosyalist hareketin birleşmesi olacaktır.

Aşma kavramı ile, iyileştirmeler ve yasal güvenceler elde etme mücadelesinin diyalektik olumsuzlanmasını ifade etmiş oluyoruz. Bu, birinci olumsuzlamadır. Önceki durum hem olumsuzlanmış hem de korunmuştur. Bu korumanın ikili anlamı vardır. Birincisi, daha önceki gelişmeler olmaksızın sınıf hareketinin daha ileri düzeyinin ortaya çıkamayacağını söylemiş oluyoruz. İkincisi ise, sınıf hareketinin tüm tarihsel gelişim süreci içinde korunan her şeyin, sınıf hareketinin ulaştığı yeni düzeyin kendine özgü özellikleri temelinde dönüşüme uğradığını söylemiş oluyoruz.

Bu yadsıma, işçi sınıfının siyasi iktidarı ele geçirmesiyle birlikte yeniden yadsınarak; işçi sınıfının iktidarı altında işçi sınıfının maddi ve manevi tüm ihtiyaçlarını karşılama mücadelesine dönüşecektir. Böylece yadsımanın yadsınması gerçekleşmiş olacaktır.

Bu durumun, yani aşma kavramının ifade ettiği diyalektik olumsuzlamanın anlam ve içeriğinin anlaşılması önemlidir. Çünkü bunun anlaşılamaması, iyileştirmeler ve yasal güvenceler elde etme mücadelesinin eski biçimiyle sürdürülmesine, sınıf hareketinin görece geri biçiminin korunmasına neden olur. Diyalektik gelişme anlaşılamazsa, mekanik ilerleme anlayışı egemen olur. Reform mücadelesi artı “devrim” mücadelesi. Reform mücadelesinin yanı sıra “devrim” mücadelesini savunmak; sınıf hareketinin tarihsel olarak ulaştığı ileri düzeyi savunmak olarak anlaşılır. Reform mücadelesiyle elde edilen olanakların devrim için kullanılması, reformların devrime tabi kılınması sanılır. Dolayısıyla devrimci mücadeleden uzaklaşılır ve devrim bir sıçrama olarak kavranmaktan çıkar. Tedrici iyileştirmelerin bir ürünü, bu sürecin sonunda varılacak yer olarak görülür. Ki bunu, açıktan savunanlar ya da gelişmenin diyalektiğini anlayamadıkları için pratikte böyle davrananlar ola gelmiştir.

Marx ve Engels daha sonra ise Lenin, sınıf hareketinin bu diyalektik gelişimi üzerinde duracak, sınıf savaşımına dair pratik politikalarında temel alacaklardır. Ve bize, bu aşılmanın nasıl gerçekleşeceğinin bir anlatımını da yapacaklardır. Hem bu tarihsel gelişmenin daha iyi anlaşılmasını sağlayacağı hem de günümüzdeki birçok günlük gelişmede nasıl bir yöntem izlenmesi gerektiğini gösterdiği için, bazı makalelerinden bölümler aktarmak istiyoruz.

1881’de Labour Standard’ta Engels’in çeşitli makaleleri yayınlanır. Bunlardan bazıları, “Adil Bir İşgünü Karşılığı Adil Bir Ücret”, “Ücret Sistemi” ve “Sendikalar”a dairdir. Engels bu makalelerinde, kapitalist toplumda “ücretlerin düzeyinin sosyo-ekonominin başlı başına ve kesin çizgilerle belirlenmiş bir kanunu tarafından belirlendiğini” ve bu kanunun, “ücretlerin ekonomik kanununun yadsınamayacağını” anlatır. Ve dolayısıyla, üretici güçlerin gelişimiyle ortaya çıkan yeni koşullarda, 19 yüzyılın başlarında işçi sınıfı hareketinin gelişiminde işe yaramış olan “adil bir işgünü karşılığı adil bir ücret” şiarının miladını doldurduğunu belirtir. İşçi sınıfı hareketinin, “çalışma araçları-hammaddeler, fabrikalar, makineler- halkın kendisinin olması” ilkesini benimsemesi gerektiğini ortaya koyar. Ve bu bağlamda sendikaların durumunu ele alır ve şu tespiti yapar;

“... Ülkenin sendikaları hemen hemen 60 yıldır bu kanuna karşı mücadele ettiler. Sonuç ne? İşçi sınıfını sermayenin -yani kendi emeğinin ürününün bağlarından kurtarmayı başardılar mı? İşçi sınıfının tek bir kesiminin olsun ücret köleleri durumundan çıkmasını, kendi hammadde, araç ve makinalarına yani kendi üretim araçlarına sahip olmasını, böylece kendi emeğinin ürününe kendisinin sahip çıkmasını sağlayabildiler mi? İyice biliniyor ki, bunları yapamadıkları gibi, yapmaya çalışmadılar bile...

Ücret kanunu sendikaların mücadelesiyle sarsılmaz. Tersine bu mücadele ücret kanununu yürürlüğe sokar... Bu yüzden sendikalar ücret sistemine saldırmamaktadır...

İşte böylece işçi sendikaları aracılığıyla ücret kanunu işverenlere karşı olarak uygulanabilmekte, iyi örgütlenmiş herhangi bir iş kolundaki işçiler işverenlerine sattıkları emek gücünün tam değerini, hiç olmazsa yaklaşık olarak alabilmektedirler. Ve devlet kanunları aracılığıyla iş saatleri, hiç olmazsa emek gücünü zamansız tüketecek olan maksimum uzunluğu çok aşmayacak sınırlar içinde tutulabilmektedir. Bugünkü örgütlenmeleriyle sendikaların elde edebileceklerinin en çoğu bunlardır. Bunu da yalnızca sürekli mücadele ile, büyük ölçüde güç ve para sarfıyla başarabildiler. Bundan sonraki iş hayatındaki dalgalanmalar, en azından on yılda bir, kazanılanları bir anda alıp götürür. Böylece aynı mücadele bir kez daha verilmeye başlar. Bu içinden çıkış olmayan bir kısır döngüdür. İşçi sınıfı olduğu yerde çartist atalarımızın söylemeye çekinmediği gibi ücret köleleri sınıfı olarak kalır. Bunca emeklerin, fedakarlıkların, acıların sonucu bu mu olacaktır? Bu daima ... işçilerinin en yüksek amacı olarak mı kalacaktır? Yoksa ülkenin işçi sınıfı sonunda bu kısır döngüyü kırarak ücret sisteminin Bütünüyle Kaldırılması hareketinde bir çıkış noktası bulmaya teşebbüs edecek midir...” (Sendikalar Üzerine C-1 / 109-118).

Marx ise, Ücret-Fiyat-Kar’da şöyle der;

“... Kapitalist üretimin genel eğilimi, ortalama ücret seviyesini yükseltmek değil, tersine düşürmek, yani emeğin değerini neredeyse en alt sınırına indirmektir. Ancak bu, sistemdeki olguların eğilimi, böyledir diye, işçi sınıfının sermayenin saldırılarına karşı direnişten vazgeçmesi ve durumunu geçici olarak düzeltmek amacıyla eline gelen fırsatları değerlendirmemesi mi gerekir? İşçi sınıfı böyle yapacak olursa, kendini kurtuluş umudu kalmamış ezik yaratıklar kitlesi düzeyine indirecektir. İşçi sınıfının standart ücretler uğruna verdiği mücadelenin ücret sisteminin bütününden ayrılmaz olaylar olduğunu, ücretleri yükseltmek çabalarının %99’unun emeğe verilen belirli bir değerin korunması yolundaki girişimlerden oluştuğunu ve emekçilerin değerini kapitalistlerle tartışmak ihtiyacının, işçi sınıfını kendini bir meta gibi satmaya zorlayan koşullarda saklı bulunduğunu gösterdim sanırım. İşçi sınıfı, sermaye ile olan günlük çatışmasında taviz verirse, daha büyük hareketlere girişmek olanağından kendini yoksun bırakmış olur.

Aynı zamanda ve ücret sisteminin getirdiği genel kötüleşmenin dışında olarak, işçiler, bu günlük mücadelenin nihai sonuçlarını abartmamalıdırlar. Sonuçları doğuran nedenlerle değil de, sadece sonuçlarla mücadele ettiklerini, düşüş hareketini biraz geciktirdiklerini ama yönünü değiştiremediklerini, hastalığı iyileştirmeden sadece yatıştırıcı çareler aradıklarını unutmamalıdırlar. Yani sermayenin hiç bitmeyen saldırılarından ya da piyasa değişikliklerinden doğan kaçınılmaz küçük savaşlara kendilerini büsbütün kaptırmamalıdırlar. Şimdi sistemin onlara zorla yüklediği bütün sefalete rağmen, bir yandan da ekonomik yönden toplumun yeniden kurulması için gerekli maddi koşulları ve toplumsal biçimleri doğurduğunu işçiler anlamalıdır. İşçiler bayraklarına tutucu bir deyiş olan “Adil Bir İş Gününe Karşı Adil Ücretler!” sözlerini yazacaklarına, şu devrimci sloganı yazmalıdırlar: “Ücret Sistemi Kaldırılsın!”...

İşçi sendikaları, sermaye saldırılarına karşı direniş merkezleri olarak görevlerini yaparlar. Kısmen, başarısız olmalarının nedeni, güçlerini akılsızca kullanmalarındandır. Sendikalar, mevcut sistemin doğurduğu etkilere karşı küçük küçük çarpışmalardan ibaret bir savaş yürütmekle yetinip, bunları yaparken aynı anda, sistemi değiştirmeye çalışmadıkları, örgütlü güçlerini emekçi sınıfın nihai kurtuluşu, yani ücret sisteminin tümüyle yok edilmesi için bir manivela olarak kullanmadıkları zaman genellikle başarısız olurlar.” (Sendikalar Üzerine 1/78)

Umut Çetiner