Yaklaşan ayak seslerini her geçen gün daha yüksek duyduğumuz ayaklanma, şimdiden öncülere devasa nitelikte görevlere hazır olma zorunluluğu getiriyor. Nedir o görevler?

Ayaklanmaya özgün biçim vermek; ona amaç ve hedefe dair kafa açıklığı kazandırmak; sonuna dek gidebilecek araç ve mücadele biçimlerini yaymak; bir ayaklanmada eylem biçimi içinde ortaya çıkan halk ordusunun başına geçmek; tayin edici zaman ve yerde, tayin edici güçleri yığabilmek; tüm bunları başarabilmek adına tabandan eylem kadar, “yukarıdan eylemi” de hesaba katmak...

Bugünün şartlarında, proleter öncünün sahip olduğu ilişkilerle kıyaslandığında bin kat, on bin kat daha büyük bir kitlelerle uğraşmak zorunda kalacağımız açık ve aradaki bu uçurum kolaylıkla başımızı döndürecek kadar derin. Gözümüzün neden korkmaması gerektiğini devrim tarihinden örneklerle izah etmeye çalıştık. Asıl korkmamız gereken, muazzam kalabalıklar nihayet harekete geçtiğinde ne yapacağını bilememektir. Bu nedenle, ayaklanmanın olası başlangıç biçimleri üzerine öngörülerde, yukarıda sayılan tüm o devasa görevleri yerine getirebilecek güce ulaştığımız ana halkayı netleştirme çabası içindeyiz. Devrim gibi onmilyonların tahayyülünün ve projesinin canlılık kazandığı olağanüstü karmaşık koşullarda, her şeyi yerli yerine oturtacak detaylı öngörülerde bulunmak imkansızdır, sadece ana halkanın ne olması gerektiğini kestirmekten öteye geçemeyiz. Ve bu kadarı da yeter. Çünkü ana halka, geri kalan detayların yerine oturası için gerekli ve yeterli gücü barındıracaktır.

Ana halka derken neyden söz ediyoruz? Farklı zaman ve koşullara bağlı olarak, değişen ana görevi tanımlar. Bazen genel harekete yön verecek örgütsel biçimi ön plana çıkarmak, bir örnek vasıtasıyla onu yaygınlaştırmaktır. Bazen harekete amaç ve hedef birliği kazandıracak propaganda ve ajitasyon görevlerine odaklanmaktır. Bazen tüm örgütsel ve politik çabayı ikinci plana itip, galeyana gelmiş halk kitlelerinin eylemini en ileri, en yüksek noktaya taşımak üzere ayaklanmanın askeri, teknik yönlerine odaklanmaktır. İvmesini ve enerjisini, çapı her adımda büyüyen ve az çok uzun zamana yayılmış bir dizi ayaklanmadan geçerek alabilen devrim süreçlerinde harekete örgütlü biçim ve bir amaç birliği kazandırmak ana halkayı oluştururken; bunun tersine asıl ivme ve yıkıcı enerjisini bir anda, en yaygın alanda ve en geniş kitleler aracılığıyla açığa çıkartan türden ayaklanmalarda, eylemi en ileri noktalara taşımak, bunun için ayaklanmanın askeri-teknik sorunlarını ivedilikle ön plana çıkarmak, ana halkayı yakalamak demektir.

Durumu ciddiyetle ele alan herkes için açıktır ki, yaşamın kendisi bu denli keskin kategorik ayrımlara izin vermez. Devrimin her aşamasında, ister hazırlık evresinde, isterse, galeyana gelmiş milyonlar iktidarın fethine yürütürken, hem tabandan hem yukarıdan eylemi bir arada yürütmek gerekir. Geniş yığınları komite ve konseylerde, yerel eylem inisiyatiflerinde, kısmi ve dar kapsamlı hareketlerde, sendika ve derneklerde bir araya getirecek örgütlenme faaliyetlerine, amaç ve hedefleri açıklayan şiarları en geniş kesimlere mal etmek için planlı propaganda ve ajitasyon fırsatlarına, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da gereken önemi vereceğiz. Halkın milyonlar halinde sokaklara dökülüp nihai hesaplaşmaya girdiği zamanlarda da bu görevlerden vazgeçilemez. Sorun şu ki, böyle patlama anlarında asıl hedefe yani iktidarı zor yoluyla fethe doğru yönlendirmenin ana halkası, artık bu türden görevler değil, ayaklanmanın askeri-teknik görevleridir. Yani ortalamanın pek sevdiği “çözüm örgütlülüktedir” lafı, böyle zamanlarda iktidarın fethinden kaçmanın şiarı haline gelir.

Engels, 1848 Devrimleri ışığında, ayaklanmanın derslerini, şu ilkelerle özetlerken yüzyılların ötesini aydınlatıyordu:

Birincisi oyunun bütün sonuçlarına karşı koyma kararlılığı yoksa ayaklanmayla asla oynanmamalıdır. Ayaklanma değerleri her gün değişebilen çok bilinmeyenli bir hesaptır; örgütlenme, disiplin ve geleneksel otorite üstünlüğü tamamen hasım ordudan yanadır, ona karşı büyük güçler toplanamamışsa yenilir ve yok olursun. İkincisi, ayaklanma başlayınca en büyük kararlılıkla hareket et ve saldırıya geç. Savunma her türlü silahlı ayaklanmanın ölümüdür, daha düşmanla boy ölçüşemeden yitirirsin. Düşmanı birlikleri dağınıkken gafil avla. Her gün küçük de olsa yeni başarılar kazan, ilk başarılı ayaklanmanın sağladığı doğal üstünlüğü sımsıkı elinde tut; her zaman daha güçlü saldıranı izleyen ve her zaman daha güvenli tarafta yer alan sallantılı unsurları yanına çek, sana karşı güçlerini toparlayamadan düşmanı ricata zorla...” (Almanya’da Devrim ve Karşı-Devrim.)

Leninist literatürde sık sık yer verilen bu alıntıyı bir kez daha hatırlatmamızın nedeni, sosyalist solun genelinde bu son derece önemli derslerin tamamen unutulmuş olmasıdır. Yukarıdan eylemi unut, ayaklanmanın hayati önemde derslerini unut. Marksizmden geriye ne kalır. Böylece öz savunma propagandası; düşmanı ricata zorlamak yerine onu konuşma ve pazarlık zeminine çekme arayışları; her gün yeni başarılarla moral üstünlüğü kurma yerine, bu üstünlüğü “meşruiyet” çerçevesinde koruma alışkanlıkları, sallantılı unsurları kazanacak güçlü ve saldırgan bir hareket yerine “Aman provokatif adımlarla riske girip yakalanan birliği bozmayalım” edebiyatı... Hepsini defalarca kez yaşadık, Gezi’de, 6-8 Ekim’de... Proleter öncüleri, galeyana gelmiş halk yığınlarına Engels’in tarif ettiği doğrultuda öncülük etmeye çalışırken, bacaklarına dolanacak bu tür küçük burjuva propagandalara karşı da hazırlıklı olmak zorundadır.

Şimdi zurnanın zırt dediği yere geldik. Hedefi ve görevi belirlemek ayrı, onu gerçekleştirecek gücü bulmak ayrı. Bu güç nerede? Leninistleri küçük burjuva devrim kavrayışından ayıran temel noktalardan birine şimdi işaret etmenin yeridir. Diğerlerinden farklı olarak Leninistler, aranan bu gücün ayaklanmacı yığınlar içinde hazır bulunduğunu, tüm meselenin bu hazır güçleri koordine edecek bir politik odak haline gelmek olduğunu öne sürüyor. Tüm sosyalist çevrelerden, hatta “öncü savaş” stratejilerine en katı biçimde bağlı bulunan partilerde bile, hemen aynı analizleri okumak olasıdır. Bir ayaklanmanın tüm nesnel şartları hazır, hatta kendiliğinden bir patlama da büyük bir olasılıktır. Ama ne yazık ki, devrimin öznel gücü yetersizdir; yani halkı çekip çevirecek ajitatörler, onları doğru hedeflerine yönlendirecek propagandacılar, hasıma karşı üstünlük kurabilecek deneyime sahip kadrolaşmalar, kalabalıklarca çevrelenmiş yerel örgütler, hiç biri yok; o zaman devrimin öznel gücü de yoktur, hepsi aşağı yukarı böyle mantık yürütür.

Aksine Leninistler, devrimin öznel gücünün parti ve örgütlerden ibaret olmadığına, halkın bağrında binlerce yetenekli ajitatör, propagandacı ve hasmına kafa tutan eylemci yetiştiğine işaret ediyorlar. Her gün karşımıza onlarca örnek çıkıyor: Aydın’da arazileri gasp edilen köylüler içinden bir kadının jandarmaya yönelik ajitasyonunu pek çok kişi tüyleri diken diken olarak izledi. Şimdi sıradan hayatı içindeki bu cesur kadın ile, ruhsuz basın açıklamalarını ajitasyon sanan binlerce devrimci faaliyeti yan yana getirin, karşılaştırın. Acaba hangisi gerçekten bir devrimin “öznel” gücüdür? Veya yıkımlara karşı kendi kendine organize olan, sabah akşam nöbet tutan, dayanışma ve iletişim ağları kuran, barikatlarını kurup ateşe veren, ellerine geçirdikleri demir sopalarla gürültü yapıp hasmının gözünü korkutmaya ve moralini çökertmeye çalışan, dünün dinci-faşist tabanında yer alan Tokatköylüleri, Fetihtepelileri... Bütün bunların yanına milyonlar halinde topluca harekete geçmiş ve insanı gafil avlamanın önemini çok acı tecrübelerden geçerek öğrenmiş Kürt halkının durumu. Hasımın uzattığı elini sıkmayı reddeden, sıkanları düşkün ilan eden ve saflarından uzaklaştıran Alevi emekçileri... Taksim’in sokaklarında polis barikatlarını yarıp geçmeyi herkese öğreten kadınlar... Evet, böyle bir güç var, daha henüz genel bir ayaklanma başlamamışken, bu yetenekleri şimdiden biriktiren ve asıl yeteneklerini genel ayaklanmada göreceğimiz, Engels’in ifade ettiği temel ilkelere göre hareket etmeye hazır kalabalıklar var. O gücü tanımak, onun devrimin öznel gücü olduğu konusunda açık fikre sahip olmak, Leninistleri ayağa kalkmış milyonlar arasında bu güçleri toparlayıp bir araya getirmek için çok ciddi bir avantaj sahibi yapıyor.

Peki ama beklenen ayaklanma tüm sonuçlarına karşı koymak kararlılığına sahip olacak mıdır? Çünkü böyle bir kararlılık yoksa, mevcut güçleri iktidarın fethine yönlendirecek faaliyetler sonuca ulaşmaz. Bu soruya da tereddütsüz evet cevabını veriyoruz. Bu gerçeği kavramak için güncel gelişmelere bakmak yeterli. Herkes açlık ve sefalet yüzünden halkın tam cinnet sınırında olduğunu, dinci faşizme karşı tarif edilmez bir öfke fırtınası estiğini, dahası bu öfkeyi kameralar önünde dile getirmekten çekinmeyenlerin çoğaldığını görebiliyor. Dikkat çekici olan şu ki, hemen her gün bu öfkenin patlamasına bahane olabilecek fırsatlar ortaya çıkıyor. Akla ziyan tutuklamalar, yasaklanan festivaller, şok edici zamlar, faturalar, çıldırtan kira artışları, yaşam koşullarının dayanılmazlık sınırını her gün yeniden test ediyor ve Gezi ile kıyaslandığında, güçlü bahaneler olarak görünüyor. Buna rağmen hiçbiri halkın sokaklara topyekun çıkışına vesile olmuyor. Nedenini daha önce ifade ettik. Bu denli köklü devrim ve yaygın hareket için çok güçlü bahaneler gerekir. Ancak böyle güçlü bir bahane sonuna kadar gitme kararlılığını kazanması için bir diğerini bekleme faslına son verebilir.

Tekrar edelim; Kongrelere, taktiklerin ve görevlerin toplantılarda kararlaştırılmasına alışkın olanlar için en geniş halk kesimlerinin, bütün sonuçlarına karşı koyma kararlılığına sahip bir harekete kendilerini nasıl hazırlayabileceklerini kavramak zordur. Sıradan yaşamı içindeki halk kitleleri, bu kararlılığa göğüs gerdikleri sefaletin derinliği ve yaşamsallığı, sömürücülerin sergilemekten kendilerini alamadıkları dizginsiz sefahatlerine duyulan öfkenin şiddeti, hasmının ve kendisinin gücünü her gün test edebilecek yaşam deneyimlerine ulaşırlar. Öyle de oluyor. Göze sokulan sefahat ve yaşamsal hale gelen sefalet, umutsuzluğu değil cesaret ve cüreti besliyor. Düne kadar öfke kıvılcımlarını sadece kendi yakın çevresine saçmakla yetinen halk, şimdi karşı taarruzla, kaleyi içten fethetmeye, dinci faşizmin toplantılarına sızmaya, gördükleri yerde iktidarın sözcülerinin yakasına yapışmaya başladı. Halk artık karşısına dikilen polise, jandarmaya “hak hukuk yasa vs.” laflarıyla değil, demirlere vurdukları sopalarla, “Sıra size de gelecek” ajitasyonuyla karşı duruyor. Kitleler sonuna dek gidecek bir eylemin kararlaşma sürecine ilke ve programların tartışıldığı kongrelerle değil, işte böyle tamamen pratik yollardan geçerek dahil oluyor.

Bu kararlılık birikiminin nihayet toplumdaki hareketi tetikleyeceğini nitel sıçrama anı için önümüzde çok da fazla zaman olmadığını bir kez daha hatırlatalım. Sonbahara girerken, onmilyonlarca emekçi “görülmemiş bir ön hazırlanmanın yaşamsal tedirginliği” içindeler. Yaz aylarının ucuz ve bol gıda dönemlerinden yararlanıp zorlu kışa hazırlık yapma beklentisi de tümüyle boşa çıktı. Kafayı yediren kiralara, ısınma masrafları eklenecek, icra baskılarına gıdasız kalan çocukların yanı başında bekleyen ölümcül hastalıklar eşlik edecek. Tüm bunlar, özellikle kentlerde yaşayan onmilyonları “ya her gün ölmek ya da bir gün ölmek” noktasına taşıyacak. Dinci faşist iktidarın elinde bu gidişatı durduracak hiçbir enstrüman bulunmuyor, yararlanabildikleri tek şey, her şeyi yasaklamak ve akıllara durgunluk veren kişileri tutuklayarak gözdağı vermekten ibaret.

Bu nitel sıçrama anına, ister milyonların can havliyle harekete geçmeleriyle ulaşılsın, isterse daha farklı biçimlerde, o anda ortaya çıkacak eylem biçimi halindeki gücü tanımak, onu koordine edebilmenin ön şartıdır. Karşımızda, anlık bir tepkiyle, protestoya kalkıp işi yarım bırakmayı yanlış görecek denli bilinç sahibi bir kitle var. Onlar yeterince kararlılığın biriktiğini görmeden nihai hesaplaşmaya girişmeyecekler; ama bir kez giriştiler mi, bilelim ki, bu kararlılık kazanılmıştır. Halk kitleleri ulaştıkları kararlılıkla, hasımın elindeki avantajları (disiplin, yetke alışkanlığı ve elbette silah dahil) tersine çevirmek için güçlü bir yönelim içinde olacaktır. Onlara bu yönelimlerinde yardımcı olmak için bir partinin onbinlerce militanına ihtiyaç yok. Tıpkı İran'da '78 Şubatında Fedainler gibi, tıpkı Kazakistan işsiz gençliği gibi, onlar gibi cüretli davranmak gerekir. Görevlerin üstesinden gelebilmek için, halkın içinden çıkan ajitatörlere, propaganda ve eylemcilere daha geniş inisiyatif alanı açarak, heveslendirme ve yönlendirmeyle (çoğu zaman bu, perde arkasında kalmayı gerektirir) düşmanı gafil avlamayı, her gün küçük başarılarla hareketi ilerletmeyi ve ilk uygun fırsatta “yukarıdan eylemi” devreye sokmayı bilmeliyiz. İster merkez metropollerde, ister daha bölgesel kentlerde, iktidarın kontrolü kaybettiği anlar, “yukarıdan eylem” anlarıdır. Bölgesel de olsa, devrimci güçler, iktidarın kaybettiği kontrolü ele almak için merkezi bir GDH’nin destekçisi olacağını açıklayan devrimci iktidar organlarıyla ortaya çıkmaya hazır olmalıdır.

Biliyoruz ki, konu ettiğimiz görevlerin üstesinden gelecek yetenek, ancak bir dizi başarısızlığın eşlik edeceği deneyimle kazanılır. O yüzden, ilk girişimlerin olumsuz sonuçlarından etkilenmeden, yaşanan tarihi anın sorumluluğuyla, tüm insanlık alemine proleter devrimin unutulan, savsaklanan, ana zaferi güvenceye alan yöntemlerini kanıtlama fırsatını kaçırmayacağız.

Umut Çakır