Proleter öncünün ve diğer devrimci partilerin toplamından bin kat, on bin kat büyük bir kitlenin bir anda harekete kendi tahayyülleriyle dahil olacağı bir ayaklanmada, zaferi güvenceye alacak araç ve organları, gerekli zamanda ve yerde geliştirmek imkansız mıdır?

Uzak-yakın dönem devrimler tarihi tersini söylüyor. Biraz uzak bir geçmişten; 1979 İran devrimi ve hemen daha dumanı üstünde Kazakistan ve Sri Lanka deneyimleri, üzerinde durmayı hak eden örneklerdir. Bunları konumuz açısından öne çıkaran her üç deneyim de, iktidarın fethine ya çok yaklaşması ya da bunu fiilen gerçekleştirebilmiş olmalarıdır. Ve ancak iktidarın fethi sınırlarında gezinen bir ayaklanma, devrimin en yüksek ve bugünden karmaşık görünen görevlerini başarmanın imkanlarını açığa çıkartır. Sınıflar savaşımının bu zirve noktasında, sınıfların kendi varlık koşullarından doğan ve süreç içinde birikmiş ne kadar devrimci enerji varsa açığa çıkar ve orada, az önce bile imkansız görünen en karmaşık görevleri olağanüstü bir hız ve cüretle çözüme kavuşturabilecek güçler belirir. Çoğu zaman bu güç, kitle hareketinin içinde saklıdır, kendini ele vermez, manifesto yayınlamaz; onu gizil varlığı içinde tanınması gereken, derin kavrayış ve cüreti birleştirme becerisine sahip öncülerdir. Bu gizil gücü puslar içinde görüp tanımak yetmez, onu en temel sorunların çözümüne yöneltmek, o anda hangi halkayı çekip kavramak gerektiğini bilmekten geçer. Masabaşı keşifler yapmak Leninistlerin işi değil, devrimin ve ayaklanmalardan çıkarılan dersler, bize bu konularda fazlasıyla esin taşıyor.

İran’ın bugününe bakanlar, Şubat ‘79 devriminin mollalar tarafından yönetildiği yanılgısına düşebilirler. Oysa ayaklanmanın ön safında komünist ve devrimci partiler bulunur ve onlar, affedilmez hatalar sonucunda, omuzlarına düşen zafer pelerinini Humeyni gericiliğine teslim etmişlerdir. Meselenin politik yönü üzerinde duracak değiliz, bu konuda fazlasıyla yazıldı, çizildi. Biz, iktidarın fethi aşamasına ulaşmış bir ayaklanmada en temel sorunların nasıl çözüme ulaştığına odaklanalım. Bu açıdan, Şah’ın yurtdışına çıkıp devlet yönetimini Şahbur Bahtiyar hükümetine devrettikten sadece üç hafta sonra Tahran’da hiçbir grup ya da partinin merkezinde yer almadığı, büyük ölçüde kendiliğinden ateşlenip yayılan Şubat silahlı ayaklanması, tipik bir örnektir.

Ayaklanma için genel bahane, Hava Kuvvetleri Merkez Karargahında görevli sivil memur ve işçilerin grevine bir katliamla müdahale eden hükümet tarafından hazırlandı. Katliamı protesto için kışlaya giden halk, burada saf değiştiren askeri birliklerle kaynaştı. Hızla kısa sürede denetim altına alındı ve hemen 150 bin silah depolardan çıkartılıp halka dağıtıldı. Kışlaya yaklaşan özel kuvvetlere ait tanklar, Fedain eylemcileri tarafından imha edildiler. Bu cüretli eylem, hali hazırda silahlanmış devrimci bir halkın göz ve kulaklarını Fedain’e çevirmeye yetti. Bu etkiye rağmen, silahlanmış halkın Tahran’ın tüm polis karakollarını, devlet binalarını ve diğer askeri kışlaları da ele geçirdiği büyük ayaklanmada Fedain ve diğer devrimci örgütler, “sel içinde sürüklenme” hali içindeydiler. Bir ayaklanmanın en temel sorunlarından olan devrimci halk ordusunun ortaya çıkışı, bizzat ayaklanma halindeki güçlerce bir çırpıda yerine getirilmişti. Ama daha yüksek ve daha temel bir başka görev olan devrimci bir hükümet, “tartışma süreçlerine” bırakılmıştır, affedilmez hata buradadır. Oysa Humeyni, daha silahlı ayaklanma başlamadan, Tahran’ın dışında, tarihi Kum kentinde Geçici Devrim Hükümeti’ni ilan etmiş, başına da ‘ılımlı’ kişiliğiyle solcuları avlayacak Mehdi Bozargan’ı atamıştı.

İranlı devrimcileri hataya sürükleyen, “tabandan eylem” kadar önemli “yukarıdan eylemi” unutmuş olmalarıdır. Nedir “yukarıdan eylem? En basit anlatımıyla; halkın en geniş kesimlerinin savaşıma örgütlü ve bilinçli katılımını sağlamak üzere, iktidar otoritesinden yararlanmaktır. Ve bu, büyük Şubat ayaklanmasında başkenti, kışla ve karakolları, hükümet binaları ve iletişim merkezleriyle birlikte ele geçiren halkın, tüm bu olanaklardan yoksun tarihi Kum kentinde Humeyni’nin ilan ettiği hükümet karşısına, kendi GDH’ni ilan etmekle kolayca başarılabilirdi. Fedain ve diğer devrimci örgütler Tahran ayaklanmasına, geniş çevre ilişkilerinden yoksunken, öncülük etmeye giriştiler. Ve bu durumda kalan pek çok devrimci partinin kaçınamadığı bir yanılgıya sürüklendiler: İktidarı devralacak güçte bir parti yoktu. Halen daha, geçmişe dönük değerlendirmelerinde İranlı komünistler “Eğer Tahran’da ayaklanmaya katılabilecek birkaç bin kişilik örgüt olsaydı, iktidarı alırdı” demekteler. Bu bakış açısı yanlıştır, önünde seriliveren güçleri ve fırsatları görememektir. Oysa, bizzat ayaklanmanın kendisi, devrimcilere değil birkaç bin, yüzbinlerce gücü halihazırda kazandırmıştı. Ayaklanmaya, gerçekten bir avuç kadroyla dahil olan Fedain, sadece on gün sonra, yaptığı bir çağrıyla Tahran Üniversitesinde 200 bin kişiyi toplamıştı. Altı ay gibi kısa sürede, ülkenin her yerinde 150 bin bürosu, 500 bin üyesi vardı. Fedain ve diğerleri, tabandan eylemi yani halkın şûralar, (konseyler) ve devrimci parti komiteleri yoluyla, örgütlenip bilinçlenmeleri yolunda, mucizevi işler yaptılar. Farkına varılmayan şuydu: Yukarıdan eylem için örgütlü-kurumsal biçimler olan bu güç, ayaklanma esnasında, eylem biçimi içinde halihazırda belirmişti. Eğer Fedain ve diğerleri, Şubat Ayaklanmasında, GDH ile ayaklanmayı taçlandırma cüretini gösterebilselerdi, eylem biçimi içindeki bu güç, çok daha hızlı kurumsal-örgütsel biçime bürünürdü. İlan edilecek hükümeti, desteğiyle ayakta tutabilecek, talimatlarını uygulayarak ona otorite sağlayacak güç, halihazırda var olduğu, ama kurumsal-örgütsel değil, eylemsel biçim içinde bulunduğu için tanınmadı, farkına varılamadı.

“Yukarıdan eylemin” ne derece can alıcı bir sorun olduğunu, bu yılın başında Kazakistan’ı saran büyük ayaklanmada bir kez daha gördük. Ne yazık ki, Kazakistan’daki silahlı ayaklanmaya dair oldukça kısıtlı bilgilere sahibiz. Yine de, genel hatlarıyla günlük basına yansıyan olaylar, öncü partilerin beklemediği ve hazır olmadığı bir hızda ve yaygınlıkta gerçekleşen ayaklanmaların ortaya çıkardığı sorunları aydınlatmaya yeter.

Sene başında Kazakistan’ın sanayi kentlerini saran işçi grevleri, bir anda rayından çıktı, işsiz genç yığınların harekete dahil olmasıyla, kalabalık güney kentlerini sarsan bir ayaklanmaya dönüştü. İsyancılar silah depolarını ele geçirip halka dağıttılar. Ülkenin eski başkenti, yanı zamanda sanayi ve bankacılık merkezi, en kalabalık şehri Almatı’da kamu binaları ele geçirildi. İsyancılar hükümeti gafil avlamıştı, farklı güç odaklarının birbirinin ayağına basması sonucunda, ordu isyanı bastırmaya girişmedi. Sadece özel ordu birlikleri kalabalığa doğrudan ateş açtı. Devlet başkanı Tokayev, Almatı’da kontrolü kaybettiklerini, ama kısa süreçte geri aldıklarını, yoksa isyancıların yeni başkent Astana’ya yürümeye hazırlandıklarını söyleyerek, ayaklanma karşısında ne denli aciz duruma düşüldüğünü itiraf etti.

Dünya kamuoyu Kazakistan’daki silahlı ayaklanmaya ilişkin bilgileri, yöneticileri sürgünde olan komünist ve sosyalist partilerden öğrendi. Geçen on yılda örgütleri yasaklanan, üyeleri tutsak edilen ve sürgüne gönderilen, sendikaları dağıtılan bu partiler, ayaklanmanın örgütlerinin yanındaki güçler ve sempatizanlar tarafından başlatıldığını duyurdular. Halkın tam anlamıyla galeyana gelip eski başkenti ele geçirdikleri günlerde bu partiler, harekete siyasal bir içerik, örgütsel bir biçim vermekle uğraşıyordu. Yani “tabandan eyleme” girişmişlerdi, her yerde komiteler kuruyor, harekete siyasi içerik ve örgütsel biçim vermeye gayret ediyorlardı. İsyancıların önüne koydukları “talepler listesi” şu maddelerin üzerinde durmaktaydı: 93 Anayasasına geri dönmek, tutsaklara özgürlük, yasaklanan komünist partinin üzerindeki baskıların kaldırılması vs.

Burada, öncülerle ayaklanmaya girişen halk kitleleri arasında ciddi bir fark göze çarpıyor. Öncüler, belli ki aralarında geniş ilişkilere sahip olmadığı isyancıları bir örgütlenme çatısı altında birleştirip bilinçlendirmeye girişirken, halk isyanı en ileri noktalara taşıyan enerji ve öfkeyle, yasal önergelerini, kaldırım taşları ve kurşunlarla sunuyor. Öncüler “yukardan eylemin” tam zamanı olduğunun farkına varamamış, isyanın eksiklerini tabandan gidermeye çalışarak, çok önemli tarihi fırsatları kaçırmıştır. Nedir o fırsatlar?

Birincisi, ülkenin en kalabalık, sınai ve bankacılık merkezi olan eski başkentin hemen tüm kamu binaları isyancıların eline geçmiş ve ordunun ezici çoğunluğu halk eylemi karşısında tarafsız kalmışken, o binalar ateşe verileceğine, balkonlarından SSCB bayrakları sallanabilirdi. O bayrağın kendisi tek başına binlerce maddelik talepler listesine bedeldir. Çünkü Kazakistan’ın emekçi sınıflarını silahlı ayaklanmaya zorlayan koşullar, onların SSCB dağıldıktan sonraki otuz yılda kaybettikleridir; bu yüzden o bayrak, en geniş emekçi kitlelerin eylemine politik bir içerik sunmaya yeterli. İkincisi, o bayrağın dalgalandığı eski yönetime ait binalarda geçici nitelikte bir devrim hükümeti ilan edilmeliydi. Böyle bir ilan, en zorlu iki sorunu çok daha az enerjiyle çözme imkanı sağlardı; halkın hızla örgüt çatısı altında birleşmesi ve düzenli ordunun saflarında beliren kararsızlığı devrim saflarına doğru eğilime dönüştürmek. Devrim hükümetinin tüm halka, “fabrikalarda, mahallelerde, okul ve kışlalarda, kendi temsilcinizi seçin ve en kısa sürede yönetim binasına gönderin” talimatı yayınlaması, tabandan eylemin önüne sonsuz olanaklar açardı. Kazakistan ordusu, kendi halkına karı silah kullanma alışkanlığı olmayan bir ordu. Silahlı bir hükümet, ele geçirdiği bu “tarihi otorite” ile ordu saflarında beliren çözülmeyi hızlandırabilirdi. Elbette bu sonuçlara ulaşmanın yüzde yüz garantisi yok, hiçbir aklı başında Marksist, böyle kesin güvenceler vermeye yeltenmez. Ama halkın ezici çoğunluğunun kazandırdığı otoriteyle, yetkiyle, enerjiyle hareket eden bir geçici devrimci hükümet talimatnameleri, düzenli ordu üzerinde, tabandan yükselecek binlerce eylemden çok daha etkili olur, güçlü olandan yana tutum alma alışkanlığı ile bekleyişte bulunanları devrim lehine harekete geçirebilirdi.

Hem 1979 yılı İran’ında, hem bu yılın Kazakistan’ında şöyle bir soru hemen karşımıza çıkıyor: Öncülerin okyanusta bir damla olduğu böyle ayaklanmalarda, GDH’yi kimler ilan edebilirdi? İlke ve programlara, tüzüklere, kararların bağlandığı toplantılara, görev ve yükümlülüklerin belirlendiği çalışma biçimine son derece alışkın olanlar, hele ki Leninist tipte partilerin, militanları için problem nasıl da zor görünüyor!!! Ama bakın, Lenin meseleyi hangi açıdan görüyor? 6 Kasım 1917 akşamında parti MK üyelerine hitaben yazılmış mektuptan dikkat çeken bölümleri anımsatalım istiyoruz.

“Tüm gücümle yoldaşlar, şimdi her şeyin pamuk ipliğine bağlı olduğuna, gündemde konferansların, kongrelerin (hatta Sovyetler kongresinin bile) değil, halkların, kitlelerin, silahlı kitlelerin mücadelesinin karara bağlayacağı sorunlar olduğuna ikna etmeye çalışıyorum (...) İktidarı, kim almalıdır? Bu şimdi önemli değil. Devrimci savaş komitesi ya da iktidarı, halkın çıkarlarının, ordusunun çıkarlarının (derhal barış önerisi), köylülerin çıkarlarının (toprağa derhal el koyma ve özel mülkiyeti kaldırma), açların çıkarlarının gerçek temsilcilerine teslim edeceğini açıklayan ‘herhangi bir organ’ iktidarı alabilir (...) iktidarın ele geçirilmesi ayaklanma meselesidir, politik hedefi iktidarı ele geçirdikten sonra açıklık kazanacaktır (...) 25 Ekim’de (yeni tarihle, 7 Kasım, bn) yapılacak şüpheli oylamayı beklemek fesatlık ya da şekilciliktir, halk bu tür sorunları oylamayla değil, şiddetle çözme hak ve yükümlülüğüne sahiptir, halk devrimin kritik anlarında bizzat kendi temsilcilerini, hatta en iyi temsilcilerine yönü gösterme, onları beklememe hak ve yükümlülüğüne sahiptir” (Seçme Eserler, cilt 6, sf 343-344).

Dünya tarihini sonsuza dek değiştirecek Ekim Devrimi’ne saatler kala kaleme alınan bu mektup, çarpıcı ifadelerle Lenin’in bakış açısını özetliyor. Düşünün; çeyrek milyon üyesiyle, işçi ve asker Sovyetlerinde çoğunluk desteğini kazanmış bir partinin son derece titiz bir hazırlık yürüttüğü bir ayaklanmada Lenin, “iktidarı kim alacak?” sorusuna “tabii ki biz” yanıtı vermeyecek kadar enerjik devrimci bakışa sahiptir.

“Herhangi bir organ” diyor, yeter ki ele geçirdiği iktidarı, halkın gerçek çıkarlarının temsilcilerine devredeceğini açıklasın. Silahlı ayaklanma bir kez başladı mı, politik hedefleri benimsetmekle, karar alıcı örgütler kurup işletmeye çalışmakla oyalanmayın. Lenin, devrimin en kritik anlarında, her şeyin pamuk ipliğine bağlı olduğu anlarda, hak ve yükümlülükte zirveyi ne parti merkez komitelerine ne de konsey yürütme kurullarına veriyor. “Silahlı kitlelerin mücadelesinin karara bağlayacağı sorunlar olduğunda”, hak ve yükümlülükte zirve, bunu en iyi temsilcilerine bile dayatacak olan galeyana gelmiş halktadır. Silahlanıp iktidarın fethine yürüyen bir eylemde, bu eylem içinde öne çıkan, güvenilir, iktidarı gerçek halk temsilcilerine devredeceğini açıklamaya hazır insanlardan oluşan “herhangi bir organ” GDH’yi ilan edebilir. Böyle anlardan tarihi inisiyatife öncelik hakkı, en temel sorunları şiddetle çözme yoluna giren halkındır.

Pek çok açıdan irdelemeye değer zengin içeriğiyle Lenin’in kısacık mektubu, bize en karmaşık görünen sorunların, nasıl basit çözümler içerebildiğini göstermesi açısından son derece değerlidir. Herhalde şimdi, eyleme geçmiş halk kitleleri içinde “bir damla” kalmaktan yakınıp dururken, geniş ilişkilere sahip olamadıkları gerekçesiyle gözleri bağlanan halkın tarihi inisiyatifini tanımakta zorlanan, onu yönlendirme cüretini göstermede aciz kalanların, ne denli büyük bir hataya sürüklendikleri daha iyi anlaşılmıştır.

İran ve Kazakistan deneyimleri ve Lenin’in bakış açısını özetledikten sonra, Sri Lanka’da yaşananları, daha duru bir bakışla ortaya koyabiliriz. Sri Lanka, inanılmaz yoksunluk ve acılar sonucu galeyana gelen halk kitlelerinin tarihsel inisiyatifinin hangi noktalara ulaşabileceğini, en zorlu sorunları çözebilecek gücü nasıl bir anda ortaya çıkarabileceğini ve ne yazık ki, aynı inisiyatif ve gücün “darkafalı demokrasi” düzeyine gerileyerek nasıl heba edilebildiğinin ibret dolu bir tablosunu sunar. İsyan, bu yılın Nisan ayında, halkın örgütlü kesimleri tarafından başlatıldı, başkentin en büyük parkına çadırlar kuruldu. Aylardır açlık çeken, elektriksiz, yakıtsız bir yaşama mahkum olan geniş halk kesimleri bu eyleme ilgi göstermeye başlayınca, hükümet yanlısı karşı-devrimci güruhlar, ordu birlikleriyle el ele vererek kampa baskın düzenlediler, kan döktüler. Protestoların isyana dönüştüğü andır bu. “Sorumlular cezalandırılsın, hukuk önünde hesap versin” çağrısı yok. Cezayı doğrudan halk kesti, isyan kısa sürede, tüm ülkeye yayıldı.

Protestonun isyana büyümesinin iki önemli sonucu hemen ortaya çıktı: Karşı-devrimci güruhlar sokaklardan toz oldular ve ordu, bizzat genelkurmayın ağzından “9 Mayıs’ta işlenen hata tekrarlanmayacak” sözü vermek zorunda kaldı. Sri Lanka ordusu, uzun bir iç savaşta pişmiş, kendi halkının kanını akıtmaya alışkındır. Ezilen Tamil ulusuna karşı savaşta işlediği suçlar, soykırım olarak görülmüştü. İşte böyle bölünmesi imkansız görünen bir ordu bile, katliamların halkı durdurmadığını ve karşı-devrimci güruhların ortalıktan toz olduğunu görünce, bütün öfkeyi üzerine çekmemek için, tarafsızlığını ilan etmek zorunda kaldı. Sonrası, halk eyleminin zincirlerinden boşalmasıdır. Önce başbakanın oturduğu ev ateşe verildi, bakanların ailelerinden ölenler oldu. Ama kimse “provokasyon” çığlıkları atmadı, attıysa bile etkili olamadı, demek ki uzlaşmacılar, orta yolcular inisiyatifi kaybetmişti. Asıl büyük darbe, Temmuz’un ikinci haftasında geldi. Ülkenin her yerinde başkentte toplanan kalabalıklar, önce devlet başkanlığı sarayını ele geçirdi ve kapısına Tamil ve Sinhala bayrakları yan yana çekildi. Hareket burada durmadı, istimi hala üzerindeydi; devlet televizyonu, başbakanlık binası ve merkez bankası binaları sırayla ele geçirildi. Halkta birikmiş devrimci enerjinin bu yönelimini değerlendiren Jaffna Üniversitesi’nden bir profesör “Halk konsey yönetimi istiyor” diyordu.

Gerçekten de, yaşananlar iktidarın fiilen halk tarafından ele geçirilmesidir. Ama, Jaffna’lı profesörün gördüğünü, bizzat ayaklanmaya önderlik edenler göremiyor olmalıydı ki, başkentte ele geçirmekten imtina ettikleri tek yönetim binasında, yani parlamentoda yeni bir başkan seçme kararı alındığında, ele geçirilen başkanlık sarayından meclise karşı “Bizim istediğimiz olmasa...” diye parmak sallamakla yetindiler. Günlerdir sessiz ve tarafsız görünüme bürünen ordu, devrimcilerin darkafalı demokrasi uğruna heba ettikleri bu tarihi fırsatı, kendi adına değerlendirdi. Parlamento yeni bir başkan seçer seçmez ordu, yeniden harekete geçecek meşruiyet zemini buldu. Sarayı boşaltıp “barışçıl” gösteri için parka dönenleri topluca gözaltına aldı.

Ayaklanmanın başındakiler neden meclisi ele geçirmediler? Muhtemelen asıl darbeyi vuran son ayaklanmaya, meclisteki muhalefet partilerinin de çağrı yapmış olmasıdır. Öncüler, meclis muhalefetinin böyle bir çağrıyı, devrime destek için değil, onun ardına saklanıp çalmak üzere yapmış olduğunu fark edemediler. Ve yine muhtemelen, halkına karşı soykırım yapabilen bir ordunun tarafsızlığını ilan etmesinde, meclis muhalefetinin belirleyici olduğu yanılgısına kapıldılar. Oysa orduyu bu konuma iten park katliamına karşı halkın verdiği sert tepkiydi, karşı-devrimci güruhun ortadan toz olmasıydı. Böyle bir ordunun üzerinde meclis otoritesi hiçbir şeydir, devrimci otorite her şeydir.

Ayaklanmacılar fiilen ele geçirdikleri iktidarı GDH ile taçlandırmak yerine, iktidar sorununu mecliste yapılacak oylamaya terk etmek şekilciliğine düştüler, tarihin affetmeyeceği bir hataya sürüklendiler. Devrimin muazzam darbesi karşısında felç olan orduyu bölecek güç ve otoriteyi isyancılara, ilan edilmiş GDH verirdi. Yukarıdan talimat ve kararnamelere, aşağıdan eylemler (kışlaların halk deniziyle kuşatılması) eşlik edebilirdi. Halkın eylemle ortaya koyduğu “konsey yönetimi” isteği, yine aynı yoldan, kavgalı bir meclisin karar alma sürecinden çok daha hızlı biçimde kurulabilir, böylece en tepede ilan edilen GDH, her kent ve fabrikada, mahalle ve kışlada, kararlarını yürütecek organlara sahip olabilirdi.

Yaşanan bu deneyimlerin, bu topraklarda beklenen benzer tipteki bir ayaklanmada, öncülere hangi dersleri kavrattığını bir sonraki bölümde işleyeceğiz.

Umut Çakır