“Savaş öylesine yaygın bir bunalım yarattı, halkın maddi ve tinsel güçlerini o derece gerdi, tüm güncel toplumsal örgütlenmeye öyle sert darbeler indirdi ki, insanlık şu seçenekle karşı karşıya bulunuyor: ya ölüp gitmek ya da daha üstün bir üretim biçimine elden geldiğince hızlı ve köklü bir biçimde geçmek için yazgısını en devrimci sınıfa emanet etmek.” (Lenin, Yaklaşan Felaket...)

Yeni yılın ilk haftasında RTE kameralar önünde “Sokak çağrısı yapıyorlar, 15 Temmuz’daki gibi sizi geldiğiniz yere kadar kovalarız” diye parmak sallayınca, burjuva politik tiyatronun irili ufaklı cümle figüranları kulaktan kulağa aynı soruyla titremelerini bastırmaya çalıştılar: “Ben sokak demedim, sen dedin mi?” Kısa süren yoklama tamamlanınca, ezberlenmiş tiratlara geri döndüler. Baş parmağıyla boğaz kesme işaretini artık, neredeyse her gün tekrarlayan dinci faşizm karşısında, ezberlenmiş tirat hep aynıdır: RTE ya gündemi değiştirmek için havaya yumruk sallıyordur ya da tabanını konsolide etmek için kendi gölgesiyle kavgaya tutuşuyordur.

Tekelci sermayenin dinci faşist iktidarından, ancak psikoterapi servisi kaçkınlarından duyulabilecek akla ziyan onca laf işittik ki, her söyleneni ciddiye almakta epey zorlanmak gayet normal. Beyinleri yakan mantık yoksunluğuna rağmen kimi zaman ortaya atılan bir söz, sınıflar savaşımının geldiği noktayı özetler. RTE’nin büyük bir hiddetle sarf ettiği laflar bu türdendir: Sallanan o parmak, sınıflar savaşımının nitel bir değişim ve sıçramaya gebe olduğu bir süreçte kendini gösterebilen üç nirengi noktasına işaret ediyor: 1) Hükümeti devirmeye yönelen bir isyanın kaçınılmazlığına, 2) Bu kaçınılmazlığı bizzat dile getirenlerin çoğalması ve tüm antenlerini uygun bir fırsat anına çevirmiş en geniş kitlelerin taşan öfkesine ve 3) Sahip olduğu taktik çizgi, hem bir yandan kaçınılmazlığı kabul görmeye başlayan zora dayalı bir ayaklanmanın en karmaşık sorunlarına en yalın çözümleri üreten ve hem de diğer yandan halkın taşan öfkesine, odaklanacak bir politik çerçeve sunan yegane sınıf öncüsünün, devrimin politik muhatabı haline gelişine...

Üç nirengi noktasından ikisini kavramak için fazla çabaya gerek yok, dinci faşizmin sözcüleri bile anladığına göre! Aldıkları her nefesi devrime dair ne varsa unutmaya ve unutturmaya adamış sefil reformistlere bakılsın yeter. Birgün Gazetesi başyazarı Doğan Tılıç “Sokak röportajlarına bakın, her an bir patlama olacağını görürsünüz” diye yazabiliyorsa, gerisini tartışmaya hiç gerek yok.

Zora dayalı devrimci bir isyanın kaçınılmazlığına ilişkin kanıtlar, ne tarihi analojilerin uzaklığında (zamanın birinde bir yerlerde şöyle, denince; bizde de olur, merak buyurmayın); ne yüzeysel ekonomi bilgisinin sayısal karşılaştırmalarda (bütün o sefalete, eşitsizliğe dair can sıkmaya başlayan sonu gelmez veriler seti), ne de gerçekliği mağara duvarına yansıyan gölgelerde arayan edebiyat dolu söylev ve vaazlarda (Adalet ekmek gibidir, karanlığın en yoğun anı şafağın söktüğü andır, vs, vs) bulunuyor. O kanıt, dolaysızca, en yalın ve en yakıcı haliyle bizzat emekçi sınıfların dilinde. Politikada gerçekliğin keskin ve tartışmaya açık olmayan kanıtını arayanlar, iradesini ve duygularını bağımsızca, taşkın bir öfkeyle ifade etmeye başlayan halkın konuştuğu dile bakarlar.

Dinci faşizmin en tepesinden sallanan parmağın muhatabının, devrim ve iktidar hedefinde ısrar eden, kararlılık gösteren devrimci komünist güçler olduğunu kavramak, biraz daha çabayı gerektirir. Bunun için, öncelikle, sınıflar mücadelesinin genel seyrine ışık tutan devrimci diyalektik bir bakışa ihtiyaç var. Ve sonra, içinde bolca “devrim, isyan, sokak” geçen söylevlerin yarattığı güçlü havayı biraz dağıtmaya. Bu iddia, ne bir cüretin sonucudur ne de kendini dev aynasında görmektir. Hayır. Devrimin diyalektiğine başvurduğumuzda ve puslu havayı biraz araladığımızda görülecektir ki, üçüncü nirengi noktası, en az ilk ikisi kadar kanıtlara ve gerçeklik ögelerine sahiptir.

Diyalektik sözcüğünün soyut anlamı ardına sığınmadan, somut, açık ve net konuşarak başlayalım: Gerici tekelci burjuva muhalefetinden tutun, devrimin içeriğini değil lafzını seven sol sosyalist çevrelere kadar, büyüğünden küçüğüne tüm siyasi figürler RTE parmak salladığında nasıl bir davranış sergilediler? Gerçi tekelci muhalefet için, tehditlerden sıyrılmak gayet kolay oldu. Güldür Güldür’ün Fikri’si tarzında “Herkes otursun evinde yahu!” dediler. Parlamenter budalalık literatürüne katkılar sunmakla fazlasıyla meşgul reformizm, tehdidin muhatabı olmadıklarını gösterebilmek için, bir parça sıkıntıya katlanmak zorunda kaldılar. TİP, çareyi hemen bir “ağır gazeteciler” toplantısında buldu. Hedeflerine sokak yoluyla değil parlamentoda sosyalistlerden oluşan bir grup kurarak yürüyeceklerini ve dahası, bu yolda, gerici tekelci muhalefet ittifakını desteklemekten geri durmayacaklarını, samimiyetle ifade ettiler, sağ olsunlar, bizim de işimizi kolaylaştırmış oldular.

Devrimci Kürt halkının yüksek politik bilincinin gücü sayesinde baskılara karşı direnebilen HDP, kartlarını bu kadar açık masaya sermedi. Sokakta birleşmek amacıyla gerici muhalefete nafile turlar düzenledi ve sonuçta yalnız bırakıldıklarını ifade edip, güncel politik taktiklerini şöyle formüle etti: Erken seçim sokaklardan geçer. Sol Parti’den TKP’ye, oradan EMEP’e, reformizmin daha rafine temsilcileri, gevrek simit kıvamında bir “kamulaştırma” görüntüsüyle süslü ama HDP ile aynı politik düzlemi paylaştılar. Kimisi gerici muhalefete, sandık güvenliğinin sokaktan geçtiğine ilişkin safça dileklerini bir kez daha dile getirdi. Kimisi burjuva egemenlik altında, emekçilerin çıkarlarını koruyacak örgütlenmelerin sokaklarda yaratılacağının garantisini verdi. Ama, sonuçta hepsi, dinci faşizmin tehdit oklarını savuşturabilmek için, zor yoluyla iktidarın fethini asla düşünmeyen genel taktik çizgilerini, bir kez daha güçlü biçimde ifade etmek zorunda kaldılar.

Politik yelpazenin devrim çeperinde yer alanlar için, kuşkusuz, daha zorlu bir sınav vardır. Bu çalışma kaleme alınırken, söz konusu çevrelerin, dinci faşizmin salladığı parmağa nasıl cevap verdiklerini ya da buna gerek görüp görmediklerini bilmiyoruz. Ama bildiğimiz, bu çevrelerin süreklilik kazanmış politik çizgilerinin ne olduğudur. Tutumlarını “elbette ki biz de devrimci halkın iktidarından yanayız, hedefimizden vazgeçmedik, yalnızca şimdi bunun mümkün olmadığını düşünüyoruz” ifadesiyle özetleyebileceğimiz bu çevreler, çizdikleri bu oportünist çizginin incecik ve belirsiz olduğunu ve hep de böyle kalacağını sananlardır. Sınıflar mücadelesinin geldiği bu aşamada, o belirsiz çizginin fena halde kalınlaştığını fark etmeleri zor. Şimdi soru gayet açık. Ya o taraftasınızdır ya da bu tarafta. Ya şiddet dolu bir isyanın gelişine kanaat getirmişsinizdir, o zaman devrimci halk iktidarını somut ve yakın hedeflerin en başına koymalısınız. Ya da yukarıda özetlenen tutuma uygun olarak, böyle bir isyanın iktidarı yıkacak güçten yoksun kalacağı ön kabulüne dayanıyorsunuzdur. O zaman, dönüp dolaşacağınız yer, defalarca ifade ettik, politik hesaplaşmayı seçimlere havale edersiniz.

Bu sonuncular, sosyal reformist partilerden ayrı duran ama sosyal reformist partilerin ayak izlerini dikkatle takip eden devrimci partilerdir. Onlara karşı görevimiz, artık iki sandalyede birden oturmanın imkansız olduğunu açıklamak, sahip oldukları taktik çizginin devrimin yüksek politik sorunları karşısında kifayetsiz kalan noktalarına işaret etmektir. Hemen yakınımızdaki bu partiler için genel politik durum, en iyimser olanında dahi, “halkın aktif savunma çizgisine geçişi”nden ibarettir. Öne çıkardıkları taktik de, bu genel tespite uygun olarak, bu aktif savunmayı zor araçlar dahil her tür yöntemle tahkim etmektir. Oysa, devrimci Marksist teorinin abecesini bilen herkes için açıktır ki, savunma, her zora dayalı ayaklanmanın ölümü demektir. Bu çevrelerin aklına, kaçınılmazlığı bizzat halk tarafından her yerde dile getirilen ayaklanmaya devrimci iktidar hedefi kazandırmak; fethedilen iktidar aracılığıyla en köklü sorunlara acil çözüm getirecek tedbirleri günlük pratik ajitasyonun temeline yerleştirmek hiç gelmez.

İşte bu nedenlerle, dinci faşizmin parmak sallayarak savurduğu oklar, gerici burjuva muhalefetinden, reformist soldan, oportünist sosyalistlerden sekerek, devrimci komünistlerin kucağına düşüyor. Elbette dinci faşizm asıl olarak halkın geniş kesimlerini göz önüne alarak dehşetli bir korkuyla bu tehditleri savurdu. Ortada, halkın doğrudan iktidarı devirmeyi hedefleyen eğilim ve tutumların politik temsilini üstlenenlerin, bu muhataplığı sahiplenmesi, kaçınılmaz bir görevdir.

İrdelemeyi sürdürelim: “Başka kimse dile getirmedi, biz dile getirdik...” Sınıflar savaşının politik muhataplığını yalnızca söylenenlere ve söylenmeyenlere bakıp ölçseydik, bununla yetinseydik, kendimizi laf ebeleriyle aynı safta bulurduk. Hayır, bu yetmez. Eğer nefes nefese süren bir pratikte hayat bulan taktik çizgimizin, devrimci yığınlarda bir karşılığı yoksa, bu taktik çizgi, yığınların kendi bağımsız irade ve eylemiyle elde ettiği bilinçle uyum içinde değilse, muhataplık iddiası, en yakın dostlarınızda bile boş bir böbürlenme olarak görülecektir. Öyleyse, yine somut ve açık biçimde, Leninist taktik çizgi ve ortaya koyduğu şiarların, geniş emekçi yığınların tutumu ile uyumunu gösterme zamanı.

Tartışmayı gereksiz kılacak açıklıktaki kanıtlar, bir değil, binlerce. Sokak röportajlarına bakın, isyan ve taşkın öfkesini videoya çekip cesurca yayınların çokluğuna bakın. Alışkın olduğumuz politik kavramlardan yoksun olsa bile, hepsinin politik içeriği aynıdır: Her sorunun, bu arada iktidar sorununun da çözümü olarak ayaklanmanın zorunluluğuna dair kesin bir yargı, sonuna kadar gidecek bir kavgaya hazırlığın kararlılığı... Bu video ve röportajlarda halk, içeriği belirsiz bir “sokak” muhalefeti yapmıyor; hele ki, bir erken seçim hazırlığı olarak sokaklara inmek gibi, çocukça bir saflıktan eser yok. Farklı biçim ve günlük ağızla, söylenen çok açık. Bir devrimin çılgınca atılımı için sokaklara çıkmak. Kasım ayı sonunda, aynı gece onlarca kentte boy gösteren eylemlerde kitleler, bu eğilimlerini hangi sloganda dile getirdiler? : “Hükümet İstifa, İktidar Halka!” Bu şiar, pek çok sosyalist çevrelerin bile ilerisinde bir bilincin dışa vurumudur. Onlar “aktif savunma”ya çakılı kalırken, halk, bir isyanla hükümeti istifaya zorlamakla yetinmiyor, yıkılanın yerine bir halk iktidarı kurulmasını istiyor. Ve öncülerden de bunu bekliyor.

CHP’nin bir anda, miting düzenlemekten vazgeçmesi de, halkın gündeminde seçimler yoluyla hesaplaşma değil, sokakta bir kavgayla hesaplaşma olduğunun reddedilemez kanıtlarından biridir. Burjuva egemenliğin “tarihi belleğine” sahip bir parti olarak CHP, bu havayı, yaptığı tek mitingle hemen görmüştür. Eğer kendilerine hedef belledikleri sandık hesaplaşması, aynı zamanda halk yığınlarının da paylaştığı bir hedef olsaydı, CHP’ye bolca çalım satma imkanı veren mitinglere büyük bir hevesle devam ederlerdi.

Geniş emekçi yığınlar, sokağın gerçek devrimci içeriğini netleştiren bilince, elbette Leninistlerin ajitasyonunu dinleyerek, bildiri ve broşürlerini okuyarak ulaşmadılar. Tarihteki büyük halk devrimlerinde, en karmaşık görünen politik sorunları çözüme kavuşturan enerjiyi kendi bağrında derleyen yığınlar, tek bir partinin ajitasyonuna bağlı kalmazlar. Yığınlar, bu süreci, broşürlerden okuyarak değil, derslerle dolu acı, ama gerçekten derin acı tecrübelerden geçerek yaşarlar. Ve sınıflar savaşımının belli bir gelişim aşamasında kitleler ve okyanustaki damladan ibaret öncüler, aynı dili konuşmaya başlar. Böyle anlarda, hasmın politik hedefi belirsiz oluşlarına karşı, “muhatap benim ve cevap veriyorum” diyerek, halkın gündelik diline politik bir çerçeve sunabilir. Bu parti, en zorlu görevleri üstlenmeye hazır olduğunu, işte bu özgüvenli cevaplarda ortaya koyarsa, kitlelerde Lenin’in sözleriyle “ya ölüp gitmek ya da daha üstün bir üretim biçimine geçmek için yazgısını en devrimci sınıfa emanet etmek” arasındaki zorunlu seçimi, en hızlı biçimde yapacaklardır.

Proleter sınıfın öncüleri, sınıf savaşımının asıl muhatabı olan burjuva hasmıyla arasına, bir dev aynası koyabilmelidir. Bu ayna, kendini seyretmek için değil, hasmının seni o aynanın yansımasıyla görmesi içindir. Öncülük, böyle anlarda, “ama”sız, “fakat”sız, kesin ve pürüzsüz bir özgüven işidir. Altı boş bir böbürlenme değil, devrimci diyalektik bir kavrayışa dayalı bu özgüven, eğilip bükülmeye gelmez: Ya tam vardır, ya hiç yoktur. Ya tarihsel sorumluluğunuzu sahipleniyor ve bu uğurda her tür sonucu baştan kabul ediyorsunuzdur; ya da göze alamadıklarınızı “ne yapsak olmuyor” şikayetlerinin ardına saklıyorsunuzdur.

Sınıflar savaşımının bu keskin sınavında, kitlelerin farklı biçim ve sözlerle dile getirdiği devrimci bilincin politik muhatabı Leninistlerdir. Ağızlarından çıkan her söz, her tutum, bu yeni durumun ağırlığını, ciddiyetini ve aynı zamanda, neşesini, umudunu ve cüretini yansıttığı oranda, dolaylı muhataplık, doğrudan muhataplık haline gelecektir.

Umut Çakır