< < Kitleler Ve Öncülerin Değişen İlişkileri -VIII-


Alexandra Kollontai, Bolşevik Partinin en yetkin ve etkin yöneticilerinden biriydi, Birinci Paylaşım Savaşı boyunca ünü, bir çok kıtaya yayılmış, uluslararası toplantıların baş konuşmacısı olmuştu.

Öyle ki, Lenin’in adını henüz duymamış olan uzak diyarlarda, Bolşeviklerin temsilcisi, sözcüsü ve bir önderi olarak, bu cesur, hitabı güçlü, derin bilgili komünisti tanıyorlardı. Kollontai, anılarında, Şubat Devrimi sonrası Rusya’ya dönüşünü anlatır. İlk uğradığı yer Sovyet yönetim binasıdır. Tüm dünyanın tanıdığı Kollontai’a oradaki işçiler, Sovyetler’de bir oy sahibi olabilmenin yolunun, yerel bir komitenin delegesi olmaktan geçtiğini hatırlatırlar. Bunun üzerine Kollontai, uzak bir semtte, birkaç atölyenin bir araya geldiği işçi komitesine üyelik başvurusu yapar ve komitenin temsilci delegesi olabilmek için, zorlu tartışma ve ikna konuşmaları yapmak zorunda kalır. Ve ancak bu yerel komiteden aldığı yetkiyle, dünyanın el üstünde tuttuğu Kollontai, Sovyetler yürütmesinde bir oy hakkı kazanır.

Bu ibret dolu anıyı neden anlattık? Şunun için: Okur, Gezi Ayaklanması döneminde Taksim Dayanışması’nın kararları nasıl aldığını hatırlasın ve bir karşılaştırma yapsın. Bu karşılaştırma, başka bir problemin cevabını bulmak için yol gösterecektir. Problem şu: Gezi döneminin muazzam ölçütlerdeki çatışmalarına, sol-sosyalist grupların bu çatışmalarda en önde ve kahramanca yer almalarına rağmen, ayaklanma neden bu grupların “pazu”larını şişiremedi? Pek çok yönden, bu sorunun cevabını dillendirdik ve şimdi bir başka açıdan soruyu cevaplıyoruz: Sol-sosyalizmin küçük burjuva anlayıştaki egemen kolu, Gezi boyunca, her şey bir yana, demokrasinin en temel ilkeleri konusunda bile fena halde çuvallamışlardır.

Oysa Gezi’yi omuzlayan devrimci kitlenin ana gövdesi, hiç olmadığı kadar, demokratik duyarlılığı yüksek bir kitleydi. “Hiç olmadığı kadar” diyoruz, nedenleri var. İlk bakışta dikkat çeken bir iki nedeni sıralayalım: Gezi kitlesi, önceki on yılda, kendi bağımsız inisiyatifini ve iradesini, defalarca kez, sokak çatışmalarında sınamış bir kitleydi. Ve yine ayaklanmanın en dinamik, en kalabalık kesimini oluşturan gençlik, bilgi akışını tek yanlı olmaktan çıkaran iletişim teknolojileri çağında yetişmişti; moda deyimle “interaktif” bir iletişim dünyasında doğmuşlardı. Böyle bir kitle, söyleyecek sözü olan kitledir, sözlerinin dinlenmesini bekler, iradesinin dolaysızca yansıyacağı örgütlenmelere meyil eder. 70’lerin ve 90’ların kitlesinden farklıdır Gezi’nin kitlesi.

Hemen belirtelim ki, Gezi’de homojen bir kitle yoktu, bundan sonraki büyük ayaklanmalarda da olmayacak ve bu hatırlatmaya bile gerek olmayan, işin ABC’sidir. Farklı sınıf çıkarlarının, farklı dünya görüşlerinin, farklı beklenti ve alışkanlıkların, bir ve aynı eylem hattında birleşmesi, devrim için çok önemli bir avantajdır, köklerinin derinliğine işaret eder, oysa aynı zamanda bir handikaptır. Eğer proletarya, tüm bu farklı çıkarları, kendi amaç ve hedeflerine uygun bir çizgide bir araya getirmeye yetenekli tek sınıf, hegemonik bir güç biçiminde hareket ederse, ayaklanmayı içine düştüğü handikaplardan kurtarması mümkün olur. Proletaryanın diğer sınıf ve katmanları, kendi hedef ve amacına yaklaştırabilmek için, devrimci demokrasiden başka bir yolu yok. İşte, en başta Taksim Dayanışması’nın Sovyet tipi demokratik işleyişten tümüyle uzak durması, proleter hegemonyanın tesis edilmesini baltalamıştır. Bu da meselenin ABC’si arasında sayılmalıdır.

Farklı sınıfsal çıkarların yanı sıra, Gezi’ye katılan büyük kitlenin, farklı bilinç ve mücadele kapasitesine sahip oldukları hemen görülür. Önemli sayılabilecek oranda bir kısmı, ta 70’li yıllardan bu yana bizzat mücadelenin içinde ya da onunla ilişkili olan, hasmını yeterince tanıyan, içinde bolca “eski tüfekler” barındıran kitleydi. Geriye kalan daha büyük bir çoğunluk, politikaya yeni yeni uyanan, büyük yalpalamalar içinde arayışını sürdüren, hasmı hakkındaki öfkesi bol önyargı ve boş beklentilerle zedelenmiş olan, ama tüm bu eksiklerini mevcut iktidara duyduğu tarifsiz öfkeyle telafi eden kitlelerden oluşuyordu. Bir de tabi “açık alanda yakalanıp, sele kapılanlar” vardı. Bunlar, mevcut iktidara en gerici konumdan muhalefet eden ve tam bunun kavgasını verirken kendilerini bir anda devrimci kitleler denizi içinde bulup sürüklenenlerdi. Azınlıktaydılar gerçi ama politikaya yeni uyanan geniş kitleler üzerinde, geleneksel tutumlardan, burjuva propaganda makinasından aldıkları güçle, bu en geniş kitlenin en geri yanlarını canlandırıcı etkide bulunabildiler, bir süre de olsa çevreye zehir saçıp gittiler.

Kafası fazlasıyla karışık bu kitle, “orantısız zeka” mottosunda bir teselli bulmuş olsa da, ayaklanmanın amacı ve hedeflerini netleştirmekte, pek az imkana sahipti. Bu netliği ancak, tutunduğu politik konumdan çıkarak, daha ileri doğru bir harekete girerek elde edebilirdi. Ve böyle bir çaba için, barikatların yanı sıra, hatta onlardan çok, demokratik ilkelerin tam işletildiği mücadele organlarına ihtiyacı vardı. Fakat, Taksim Dayanışması ve oraya çöreklenen küçük burjuva anlayıştaki sol-sosyalist çevrelerde, ne hareketin daha ileri taşınması yönünde ne de demokratik bir işleyişin hayata geçmesi yönünde bir eğilim bulunuyordu. TD’nin, gerek “yaşamın önünde giden şiarlar” ortaya atmada, gerekse karar alma süreçlerinde genel kitleyi gözardı etme tutumunda sergilediği performans, leninistlerin pek çok makale ve çalışmasında yeterince işlenmiştir. Tekrar etmek pahasına, bir konunun altını yeniden çizelim: TD, ne kendisi konsey tipi bir örgütlenmeydi, ne de arkasına aldığı kitleyi böylesi bir örgütlenme yönelimine soktu. O, tam anlamıyla bu “örgütler koalisyonu”ydu; Kollontai mezarından kalkıp gelse, ilk dakika TD sözcüsü olarak “atanır”dı. TD, sosyal reformist, uzlaşmacı örgüt titri taşıyan her sözcüyü içine aldı, bunların nerede, hangi kitlenin bağımsız iradesinin temsilini yaptığına bakmadı. Ve TD’ye katılanların çoğu, geniş kitlelerle canlı ilişkilerden yoksun yapılardı. Böylesine bir bileşimle oluşturulmuş TD’nin elbette, toplantı salonuna birkaç yüz metre uzakta, binlerce çadırda onbinler halinde her an kavgaya hazır bekleyen Taksim Komünü’ne dahi fikrini sorma gereği duymayacaktı.

Sadece Taksim mi? Hemen tüm kent meydanlarında toplananlar, onlara yol gösteren, teşvik eden olmadığı için, konsey tipi örgütlenmelere gitmediler. Bunu ancak, ayaklanmanın ve Taksim Komünün dağıldığı son günlere sakladılar. Kafası karışık, çıkarları karşılıklı körleşmiş bir kitlenin, neden konsey tipi örgütlenmeyi önüne hedef olarak koymadığı bellidir. Çünkü bunun için, ileriye dönük bir hareket gerekir; çıkarların karşılıklı körleştiği değil, ama ayrışıp netleştiği ve bu farkına varılan ayrılığın ancak demokratik bir zeminde yürütülerek bir tartışmayla ulaşabileceği bir politik iklim gerekir. Öncülere düşen görev, bu politik iklimi olgunlaştıracak “yaşamın önünde giden” şiarları kitlelerin bilincine taşımaktır. Küçük burjuva anlayıştaki sol-sosyalist hareket, ayaklanmanın tam da bu noktasında, devrimci şiarların oynayacağı rolü göremedi, dahası, bunları küçümsedi, göz ardı eti. İleri doğru gitmeyen bir hareket, halihazırdaki kafa karışıklığını netleştirme ihtiyacı da duymaz, bu netliği gerçekleştirecek biricik örgüt tipi olan konseylerin ortaya çıkışına önayak olamaz.

Yapılması gereken, keşfedilmeyi bekleyen bilinmez bir politika değildi. Devrimler tarihinden süzülmüş dersler, yürünmesi gereken yolu aydınlatıyordu. Neydi o yol? Başta Taksim, tüm kent alanlarında toplanan ve eylemin sürmesi için minimum düzeyde iradi bir yöntemle çalışan kitlelerin bu iradelerini dolaysız ve demokratik yollarla yansıtabilecekleri konsey tipi örgütlenmeyi, daha en baştan, ayaklanma yükseliş seyri içindeyken kurmaya girişmek, bu yolda kilit bir öneme sahip “yaşamın önünde gelen” şiarları kitleye en geniş şekilde sunmak. Kaldı ki, kitleleri bu yola sokacak olan şiar, şurada burada, bazen kitlenin içinden ve her zaman leninist saflardan seslendirilmiş bulunuyordu; “Hükümet İstifa, İktidar Halka!” Proletaryanın devrimci öncüleri ayaklanmayı ilk başta “Bütün İktidar Emeğin Olacak!” şiarıyla karşılamışlardı. Fakat, kitlelerin yönelimini dikkate alarak, kitlelerin içinde yavaş bir tempoyla yayılmakta olan bu slogana sahip çıktılar. Ne var ki bu slogan, Haziran ve yaz boyu süren ayaklanmaya damgasını vuracak etkinliğe ulaşamadı ve ancak; 2014 Şubat’ında, kitleler yeniden ayağa kalktığında, çok daha geniş bir kesim “Hükümet İstifa, İktidar Halka!” sloganlarını pankartlarına taşıyacaktı.

Sel gitti ama geride yeterince yekun tutan bir kum kaldı. Mücadele deneyimi yüksek, hasmını iyi tanıyan ama onu devirecek gücü tek başına kendinde göremeyen, “eski tüfekler”i de barındıran ileri-devrimci kitle bir tarafta; öte tarafta politik yalpalamalara açık ve en gerici unsurların zehrini henüz üzerinden atamamış çok daha geniş bir kitle; hepsi bir araya geldiler, Haziran’da patlak veren uzun ve sancılı bir yürüyüşe başladılar. Çıktıkları bu yolda ne hedef ve amacın netleştiği bir noktaya ulaşabildiler, ne de eylemleri sürükleyen minimum örgütlenme düzeyini, bir üst aşama sıçratacak konseylere varabildiler. O yolculuktan geriye kalan tek şey, hep beraber ve aynı anda hareket etmenin, amansız bu hasım karşısında tek akla yatkın yol olduğuna dair kesin kanaatti. Ve bu birliği koruyabilmenin yolu, maalesef, ileri gitmeye çalışana sabır telkin edip geri çekmek, geri olanı ürkütmemek, sınıfsal farklılıkların körleşmiş havuzunda yüzmeye devam etmekten geçiyordu.

Haziran günlerinde, en öfke dolu ayaklanmacı bölüklerin, nasıl “mutedil” hale getirildiğini biliyoruz, bu ‘suikast’ hepimizin gözleri önünde gerçekleşti: Dolmabahçe sırtlarında günler ve geceler boyu süren çatışmalardan söz ediyoruz. Halen daha soruyor ve belirgin bir cevap alamıyoruz, o çatışmaların failleri kimlerdi? Şunca zaman geçti, küçük burjuva sol çevrelerde Dolmabahçe çatışmalarına dair üstün körü birkaç gözlem dışında, kapsamlı bir değerlendirmeye rastlamadık. Genel tavır, görmezden gelme, yok saymadır. Nedeni belli. Çünkü, başta TD, tüm bu çevreler, bu çatışmaların “provokatörler” tarafından çıkarıldığı yalanını önlemek adına parmaklarını bile oynatmadılar. Dolmabahçe’deki Başkanlık ofisinin ele geçirilmesi, ayaklanmayı geri dönülmez bir eşiğe taşıyacak, tüm anlam ve içeriğini bir üst aşamaya sıçratacaktı. Ve küçük-burjuvazinin korkusu, tam da bu “geri dönülmez eşik”ti. O andan sonra, temel aldıkları şiarlar ve taktik tutumlar hiçbir işe yaramayacaktı. Taksim’de toplanan muazzam kalabalıklar, biraz ötedeki belirleyici önemde bir çatışmayı uzaktan izledi. Ve böylece “ileri doğru giden” kararlı kitleler, daha işin başında, “mutedil dalgalı” bir harekete doğru geri çekilmek üzere, yalnız bırakıldı, inisiyatif ve iradeleri kırıldı, dahası suçlandılar. Ayaklanma, üzerinde hemen hiç konuşulmayan bu büyük hata nedeniyle, topal bir ata dönüştü: İleri doğru gidecek ya da gitmeye kalkışacak herkes, şimdiden sonra “provokatör” suçlamasını taşımak zorunda kalmıştı.

1905’e ilişkin bir değerlendirmesinde Lenin; “kesin olan” diyordu, “bir yandan aptalca bir güven duygusundan muzdarip olan kitlelerin sebat ve kararlılığı, öte yandan ise, yönetimi kendi ellerine almayı, devrimci ordunun başına geçmeyi ve hükümet erkine karşı saldırgan bir şekilde davranmayı pek iyi beceremeyen” öncülerdi. İşte Gezi, hasmını tanıyan ileri kitleleri, hiç beklemedikleri bir anda on milyonlar halinde kuşatan, ama mevcut hükümeti protestolar yoluyla etkileyebileceği “aptalca güveni”yle hareket eden, geniş kitlelerin eksikliğini yaşadı. Ve öte yandan “Dolmabahçe provokasyonu” yalanlarına geçit vererek hükümete karşı saldırgan davranışları desteklemek ne kelime, pek çok yerde onu köstekleyen ve ayaklanan on milyonluk bir ordunun başına geçmeyi beceremeyen öncülerin eksikliklerine sahne oldu.

Bizde, “kavga veren kitlelerin başına geçmek”ten ne anlaşıldığı malumdur. Kitlenin önüne ya da barikatların üstüne geçip bayrak sallamak, çatışma esnasında kahramanca tutumlarla kitleyi etkilemek ve sonra dönüp, kendi önlüklerimiz içinde kitleye kendi sloganlarımızı haykırmak... Bu tutum öylesine sorgulanamaz bir alışkanlık halini almıştır ki, biraz olsun eleştirmek bile tüm yıldırımları üzerine çekmeye yeter. Ama bu riski göze alacağız ve diyeceğiz ki, bu tutum yanlıştır.

Sergei Eisenstein’ın devrimi anlatan bir filminde, çok etkileyici bir sahne vardır. Ucu bucağı görünmez bir kalabalık geniş bir caddede yürümektedir, ellerinde pankart ya da bayrak yoktur. Sonra, kitlenin arka sıralarından bir bayrak yükselir. Bolşevikleri simgeleyen kızıl bir bayrak elden ele geçirilerek yürüyüş kolunun en önüne taşınır. Detay gibi görünebilir ama Marx, Engels ve Lenin’in kitle içi çalışmalarda nasıl titiz ve detaycı oldukları hatırlanırsa, bu gibi detayların önemi iyi anlaşılır. Bolşevikler ne yapmıştır? Koşarak kitlenin önüne geçip bayraklarını sallamak yerine, o bayrağı kitle gerçekten sahiplensin, ona bir kez olsun elleriyle dokunabilsin diye, onu elden ele geçirmişlerdir. İşte bu manzara ile Gezi süresince bolca tanık olduğumuz manzara arasındaki fark, “ilan edilmiş öncülük” ile “kabul edilmiş öncülük” arasındaki farktır.

Düşünelim hele: Hazırlığı ve çağrısı hiçbir öncü tarafından yapılmamış olan ve bizzat kitlelerin kendi eseri olan bir ayaklanma var ortada. Ve yine kitlelerin kurduğu barikatların üzerine önlükleriniz ve bayraklarınızla çıkıyor, kitleye kendi sloganlarınızı kabul ettirme yarışmasına giriyorsunuz. Ne denli iyi niyetli ve hatta kahramanca olursa olsun, altı yaşında bir çocuk bile bu tutumun benimsenmesinde zorluk çekecektir. “Devrimci bir ordunun başına geçmek” en öne koşup bayrak sallamakla olmaz -evet bazen işe yarar ama nasıl incelikle yürütülmesi gerektiğinin bir örneğini aşağıda sunacağız.- En öne koşup geçmek konusunda daha az hevesli, kitlelerin ortasında onlara daha yakın ve onların hata ve eksiklerini, dalgalanmalarını ve kabarışlarını tam zamanında tespit edebilecek konumda olmaya daha fazla hevesli davranarak, kitleye öncülüğü, onlar tarafından kabul görmüş bir öncülük haline getirmek için çabalamazsak, Gezi benzeri daha pek çok ayaklanmadan, “kitleler niye bize gelmedi?” sorusuyla çıkmaya devam ederiz.

Tam da meselenin inceliği ve detayına dair, leninistlerin örnek olacak davranışları vardı, kitlelere yönelişin bu inceliğine ilişkin iki örnek anılmayı hak ediyor. Birincisi, Adana’da yaşanmıştır ve Vefa yoldaşın yüksek politik duyarlılığının bir eseridir. Diğeri, Sarıgazi deneyimidir.

Gezi’nin Adana kolu, son derece öfkeli, sefaletin kucağında yaşayan, çoğu işsiz gençlerin sahnede başrolü oynadığı olaylar yaşadı. Bu kitleyi zapt edebilmek için reformist-oportünist blok, tam saha-pres şeklinde çalıştılar. Haziran’ın en ateşli akşamlarında birinde, kitle örgütlerinin çağrısıyla parkta toplanan onbinlerin, artık kabına sığmayacağı, bir önceki akşamın olaylarından belliydi. Bu durumu önceden öngören leninistler, üzerinde “İktidar Halka!” yazan pankartı hazırlamıştı. Reformistlerin uysallığı telkin eden konuşmalarından bıkan kalabalık kaynaşmaya başladığında, caddenin ortasında bu pankart açıldı ve birkaç dakika içinde onbin kadar genç emekçi, halk, pankartın ardında sıraya dizildi. Dinci-faşizmin kentteki merkez parti binasına yönelen yürüyüş kolu, saatler süren çatışmaların içinde, bu sloganı haykırıyordu. Bu çalışmada eksik olan pek çok şey vardı kuşkusuz; ama kitlenin eğilimlerini önceden tahmin etmek, doğru zamanı sezmek ve onları kabul edebilecekleri bir slogan etrafında toparlamak için gösterilen titizlik, uyanıklık, örnek olmayı hak ediyor.

Sarıgazi’nin Gezi Ayaklanması’na sunduğu katkılar, kimsenin reddedemeyeceği bir gerçektir. Ve bunu baştan sona var edenler, bir grup genç leninisttir. Bu mahallede militan çalışma çok önceden başlamıştı. On yılı aşkın süredir, kurumsal çalışma alışkanlıklarının dışına çıkan bir düzey tutturulmuştu. Gezi’nin öncesi günlere denk gelen, bölgenin emekçi alevi kalabalıklarını onbinler halinde toparlayan gösterilerin örgütleyicisi ve sözcüsü, proleter devrimcilerdi. Bu örnek, kurum alışkanlıklarının dışına çıkıldığında, proleter çalışma tarzının ve şiarlarının kitlelerle ne denli hızlı ve geniş bir çerçeve bulabildiğinin en keskin, tartışılmaz kanıtlarını sunar. İşte, “devrimci bir ordunun başına geçmek” konusunda başarılı olan bu çalışma, Gezi Ayaklanmasında, tam bir sınamadan geçti. 1 Haziran gecesi bölgede toplanan 40 bin insan, yürüyüşe geçmek için, leninistleri bekledi, başka grupların çağrı ve ısrarlarına kulak asmadı. Öylesine etkin bir konumdu bu. Ve o yürüyüşte -ki çok uzun olduğu hesap edilmeliydi- proleter devrimciler o devasa kitleye öncülük ettiler. Bu muazzam sınamada eksiklikler hemen kendini gösterdi. Hesaba katılması gereken incelik, en önde bulunmak kadar, ortanın nabzını ölçecek daha geri saflardaki konumları da boş bırakmamaktı. Kitlenin ardına düşen reformizm, yürümekten yorulan kalabalığı demoralize etmek için sistemli ve ısrarlı bir çaba içindeydiler. Boğaz köprüsüne gelindiğinde, kitleden geriye birkaç bin kişi kalmıştı. Öne fırlamak yerine, kitlenin kabul edilmiş öncülüğüne sahip çıkmayı becerebilen, ama aynı kitleyi ayaklanmanın çok karmaşık denklemleri içinde tutup savaştırmak hususundaki eksik kalan bu örnek şunun için önemlidir: Kitle harekete geçmek için sizi bekliyorsa, budur öncülük, yoksa, zaten harekete geçmiş bir kitlenin önünde bayrak sallama yarışına girmek değil.

Gezi gibi devasa bir harekete dair, derin politik analizler yapmak varken, böylesi bir konuda sayfalarca kalem oynatmanın gereksizliğini öne sürenler olacaktır. Haksızlar, tümüyle haksızlar. Kitle ilişkilerinde ve onlarla iletişimde detaylar, incelikler, görmezden gelinemez bir öneme sahiptirler. Berkin’in cenazesine katılan milyonlar, bu “bayrak” kavgasının nerelere varabileceğini gördüler. Gezi’nin sağladığı ortamda, kitle ilişkilerinde, incecik buz tabakası üzerinde yürümeyi beceremeyen sol, sosyalist gruplar, çok daha karmaşık, çok daha sert kapışmalara sahne olan Kobani-Kent Savaşları dönemine, olaylara müdahale edebilecek konumun çok uzağında gireceklerdi.

Umut Çakır

İlk bölümleri okumak için: I - II - III - IV - V - VI - VII