Başladı mı? Her yerde aynı soru, herkes yeni bir Gezi’nin beklentisi ... Muhtemelen siz bunu okurken, soruya bir cevap bulmuştur ya da daha havada asılı kalmıştır. Beklentinin nedeni çok açık: Devrimci kitleler artık çok iyi biliyor ki sorunlar tek tek ele alınarak, çözümü mevcut iktidardan talep ederek hiçbir şey elde edilemez; geriye kalan tek yol, tüm sorunların kökten çözümünün yolunu açacak genel bir ayaklanmadır. Peki ya beklenen, bir tekrardan mı ibaret? Hemen söyleyelim. Gezi tekrar edilemez, çünkü hem pratikte hem düşüncede aşılmıştır.

Konuyu irdelemeden önce, Boğaziçi eylemlerinin tanımını yapmak gerekir. Olaylar, son bir yılın yoğun tarihinin bir eseridir. Ekonomik yıkımla birleşen ve şiddetini katlayan pandemi, kapitalist dünyanın tamamını kasıp kavurdu. İnsanlık, kelimenin gerçek anlamıyla bir kurtuluş yolu arıyor, yepyeni ve daha ileri bir uygarlığın sancılarını yaşıyor. Bu yaşamsal arayıştaki emekçi kitlelerin eylemleri, burjuva iktidarları, ister faşizm isterse güdük bir demokrasi, her biçimdeki egemenliği aynı ölçüde, aynı zaman diliminde sarsıyor. Salgının ölümcül hasadına rağmen, Hollanda’dan Hindistan’a, Peru’dan Fransa’ya dek, dünyanın dört bir köşesinde sokaklar alevler içinde. Bu denli büyük bir küresel yangının, yaşadığımız topraklara uğramadan geçmesi düşünülemezdi. Öyle de oldu.

Türkiye ve Kürdistan’da, pandemi fırtınasına rağmen yolu açan işçi sınıfıdır. Azrail’in tırpanı başakları biçerken, işçiler öne çıktılar. İlk haftalarda “Yaşamak İstiyoruz” haykırışı, proletaryadan yükseldi. İşsizlik kabusu her yanı sarınca, sınıfın farklı bölükleri, ardı ardına harekete geçti, daha önce hiç eylem görmemiş küçük kentlere kadar yaygınlaştı. Pandemiyle katmerlenen yıkım, en geri bilinçli işçileri bile “halk ayaklanacak, başka yol yok!” kanaatine kapı araladı. Adeta binlerce işçiden oluşan ajitatör korosu hükümete karşı emekçilerin bağrında ekilen kin ve nefret tohumlarını yeşertti. Pandeminin ilk döneminde halklar, “işçi sorunu” ile yatıp kalkmaya başladılar.

Hemen her zaman olduğu gibi, proletaryanın açtığı yoldan, diğer emekçi sınıflar da ilerledi, ne de olsa pandemide krizin en keskin darbelerini küçük mülk sahipleri yemişti. Meslek sahipleri ve ticaret erbapları işlerini yapamadılar, iflasların ve açlık tehdidinin ortasında kaldılar. Küçük burjuva mülk sahiplerinin bu tehditler karşısında kapıldığı öfke, umutsuzluk ve korkusunu yenecek ölçüde yükseldi. Küçük çaplı da olsa, eylemlerini çok geniş bir alanda, sürekli hale getirdiler. Ama buradan çok daha yaygın ve yoğun biçimde, sosyal medyayı kullandılar.

İşçilerin ve diğer emekçi sınıfların hareketlenmesi, öğrenci gençliğin devrimci demokratik özlemlerini canlandırdı. Büyükler işsiz, onlarsa geleceksiz kalmıştı. Boğaziçi’ne atanan kayyum, bu açıdan bir bahane sayılmalıdır. Pandemi endişesine en uzak kesim gençlik ve bu sayede hızla, cesaretle bir araya gelmekten çekinmediler. Faşizmin verdiği sert karşılık, emekçi kitlelerin öfkesiyle cevap buldu, öğrencilerin eylemine destek, kampüs dışına taştı, İstanbul’un mahallelerine, onlarca farklı kente yayıldı. Pandemi endişesiyle sokağa, eyleme yönelmeyenler, milyonlar halinde, sosyal medyadan destek yağdırdı. Geniş alana yayıldı eylemler ve bunlara milyonların destek ve empatisi, karşımızda yeni bir devrimci kitle hareketi olduğunu yeterince kanıtlıyor.

Emekçilerin devrimci hareketinin yeni dalgası, pek çok açıdan Gezi’yi bir patlama noktasına sürükleyen süreci hatırlatıyor. O zaman herkesi ortaklaştıran genel bahane ağaçlardı, benzer biçimde şimdi de tüm siyasal farkların üstesinden gelen, aynı ölçüde “tarafsız” bir meseleydi. Memleketin parlak gençlerine sahip çıkmak. İlk adım atıldığında, genel bahane aşılır. Baskı ve vahşi zorbalığa karşı direşken tutum, eylemi süreklileştirdi ve bir noktada, tıpkı Gezi gibi, çağrıcıları bile bir parça şaşırtan beklenmedik bir kitle desteği sahneye çıktı. Faşist iktidarın tüm yalanlarını ve karşı propagandasını, neredeyse anında boşa düşüren moral üstünlük ve yüksek değer temsiliyeti ve daha pek çok yönüyle olayların gelişimi, Gezi’yi o büyük patlamaya götüren birkaç haftanın özeti gibiydi.

Tüm bu benzerliklere rağmen, Gezi tekrarlanamaz. Çünkü, hem sınıf mücadelesinin geldiği düzeyde, hem de devrimci kitlelerin ortak kanaatlerinde Gezi’nin tekrarı, hareketin ihtiyaç duyduğu, aradığı başarıyı güvence altına alamıyor. Her şey bir yana, Gezi’yi izleyen sonraki dönemlerde, tekrar canlandırma için verilen çabaların nasıl boşa gittiği hatırlanmalıdır. O zamanlar, yine büyük kalabalıklar halinde çağrılara cevap veren Gezi kitlesi, bu tekrar çabalarını ne zaman görse, “Yine aynı şeyler!” tepkisiyle defalarca dağılmadı mı?

Bir halk devriminin tüm öğelerini birleştiren Gezi, ezildiği için sona ermemişti. Ne binler halinde katliama uğradılar, ne de zindanlar doldu taştı. Ayaklanmacılar sokaklardan geri çekildi çünkü ayaklanmayı bir zafere taşıyacak örgütsel olgunluğa, ama daha da önemlisi, bir amaç berraklığına sahip olmadıklarını gördüler. Bir başka deyişle, Gezi’yi eleştirip aşanlar, bizzat ayaklanmaya katılanlardı. Kitleler, kendiliğinden denebilecek tarz ve yollarla bir araya toplanmıştı. Deneyimin zorlu sınamalarından geçip gücünü kanıtlamış birlik, emekçilerin kurumsal olmayan bu birliği, yine benzeri yol ve yöntemlerle korundu. Halkın devrimci birliği Gezi’den çok sonra bile, beklenmedik zamanlarda dev gövdesini sergilemek ve etkisini sınamak için bir araya geldi. Yine aynı hızla ortalıktan çekildi. Geçen yedi yıllık süreçte, kendini koruyarak tutarlı bir varoluş hakkı kazanan bu birlik, özünde, Gezi’nin tarihsel eleştirisini içermekteydi.

Nedir bu eleştiriler? Kitlelerin tutarlı hareketlerinin işaret ettiği, aşılması gereken eksikler nerede? Bu konu, daha önce defalarca kez ele alındı, bu yüzden olabildiğince kısa özetlemekle yetinelim:

1) Gezi gibi, devrimci şiddetini belli bir düzeyin ötesine taşırmamakta ısrar eden, iktidarı, kuşkusuz çatışmacı ama protestocu bir çizgiden etkilemeye çalışan hiçbir hareketin, dinci-faşist iktidar karşısında başarı şansı yoktur. Çatışmayı sonuna kadar taşıyamayan, protestocu bir ayaklanma her seferinde katmerlenmiş bir baskıyla cevap bulur. Bu yüzden devrimci kitleler, protesto amaçlı eylemlerde yer almayı bıraktılar.

2) Üst üste binen, tam anlamıyla varlık-yokluk düzlemine çekilen sınıf savaşımının genel dengesi, bu ayaklanmayla başlayan hareketi sonuna kadar gitmeye zorlayacaktır, günümüz koşulları budur. Gezi’nin ayaklanmacıları pekala farkındalar, bir kez sokağa inildiğinde, geriye çekilmek çok daha zor, çok daha büyük bir yıkım getirecektir. Durumu en iyi kavrayan ve bilinçli bir tutuma tercüme eden, elbette, Gezi’nin üzerine bir Kobane ayaklanması ve bir de kent savaşları koyan Kürt halkıdır. Sonuna kadar gitme kararlılığı göstermeyen bir hareket, ayaklanma düzeyinde bile ortaya çıkmış olsa, en başta devrimci Kürt halkının temkinli tutumuyla karşılanır.

3) Ayaklanmacı kitlelerin örgütlü bir yapılanmayı kabul etmedikleri mavalını tümüyle terk edelim artık. Tersine, onlar tam da bunun eksikliğini hissetiler, kendi bağımsız insiyatiflerini yansıtan merkezi bir karargahtan yoksunluğun, hareketin eşgüdümünü sakatladığını gördüler. En kritik anlarda “talimat-karşı talimat” kargaşasına sürüklendiler. Kendiliğinden tarz ve yollarla sağlanan birlik, Sovyet benzeri bir yapıyı, tam da ihtiyaç duyduğu zamanda ortaya çıkaramadı. Gezi sonrası biçimlenen park ve mahalle forumları, genel bir ayaklanmayı yönlendirecek sınamalardan yoksun kaldı, uzlaşmacı solun da unutulmaz katkılarıyla, forumlar, yerel sorunlara odaklanan kısır deneyimlere boğuldu. Kitleleri, bir kez daha kendiliğinden yollarla birleştirecek bir ayaklanmadan uzak tutan bu eksiklik henüz giderilemedi. Bir suçlu bulmaya çalışmayalım, çünkü paradoks şu ki, böyle bir eksiklik yine ancak genel bir ayaklanma ortamında giderilebilir. Neyse ki faşizmin dizginsiz baskısının ektiği kin ve öfke tohumları, bu paradoksu kıracak ölçüye çok yaklaştı. “Her gün ölmektense, bir gün ölelim” sözü, en geri emekçi yığınlarda bile sık sık tekrarlanır hale geldi. Yine de, devrimin ileri kitleleri temkinliliği elden bırakmıyor. Bu eleştirel yaklaşım nedeniyle, şimdi yeniden yükselen devrimci halk hareketini, bir genel ayaklanma düzeyine taşımak meselesinde, Gezi’dekine benzer hesapsız ve patlamalı bir ruh hali yerine, daha soğukkanlı bir yaklaşımı benimsiyorlar.

4) Son olarak, ama hepsinden önemlisi, Gezi’yi her çukurda tökezleten topal ayak, bir amaç berraklığına ulaşamamasıydı. Önceki yazılarda işlediğimiz üzere “talep ilkesinden parti ilkesine” geçilemedi. Bu “talep” çizgisi, ayaklanmanın tüm karakterine damgasını vurdu, onu sonuna kadar gitme kararlılığından, berrak amaçlar dile getirecek siyasi bir karargahı inşa etmekten alıkoydu. Sonraki aylarda ortaya çıkan “Hükümet İstifa, İktidar Halka!” şiarı, amacı belirginleştirse de, bu kez, hedefe uygun örgütsel birlik ve zor araçlarından yoksunluğun ıstırabını çekti.

Devrimci kitlelerin tutum ve davranışlarında dile gelen, Gezi’ye yönelik eleştirel yaklaşımın temelindeki sorunu, tek bir cümleyle ifade edebiliriz. Kendiliğinden bir ayaklanmanın, silahlı bir ayaklanmaya dönüş sancısı... Bu, tarihteki tüm halk devrimlerinin, şu ya da bu zaman aralığında üstesinden gelebildikleri, sancılarla dolu bir süreçtir. Sancıları azaltmak, geçişi hızlandırmak, proleter devrimci öncünün görevidir. Şimdi öncü bu tarihsel görevini, elbette gücü ölçüsünde, devrimin zora dayalı karakterini açığa çıkarmak, propaganda etmek ve bu yönlü hazırlıklar için kitleleri esinlendirmek; ihtiyaç duyulan konsey tipi örgütlenmelerin tohum halindeki gelişimine destek vermek ve bu örgütleri devrimci kitlelerin sınamasına tabi kılmak; amaç berraklığını sağlayan şiarları yükselterek yerine getiriyor. Yeterli mi? Değil elbette. Fakat, yine de, sadece proleter öncüler, atın dört ayağını birden nallayarak, yaklaşmakta olan fırtınaya hazırlık yapıyorlar.

Öncünün haricinde ise, sol-sosyalist çevrelerin hemen hepsinde, amacı berraklaştıran şiarlar, çoğu kez küçümsemeyle karşılanıyor. “Madem ki Gezi, kitlelerin kendiliğinden patlamasının sonucuydu, bırakalım bu sefer de öyle olsun, diğer meseleleri sonra hallederiz” yaklaşımı hakim görünüyor. Öte yandan “Faşizmi Yeneceğiz!” sloganı (her ne kadar faşizmi geriletme politik çizgisinden kat be kat üstün olsa da), bir şiar değildir. Bu yenginin nasıl bir durum doğuracağına, kitlelerin özlem ve ihtiyaçlarının nasıl karşılık bulacağına dair, politik bir hedef berraklığı sağlamaz. Olsa olsa, bir ajitasyon sloganıdır.

Sol-sosyalist hareketin çoğunluğu, şiarları yanlış kavrıyor. Şiarlar, şu veya bu partinin, kendilerini diğer gruplardan ayırt etmek için çektikleri bayraklar değildir. Hele leninist şiarlar, hiç böyle bir öznel karakter taşımıyor. Leninist partinin ortaya koyduğu şiarlar, devrimci bir halk hareketi ve bir genel ayaklanmanın tüm nesnel sonuçlarının, herkesin kavrayacağı bir sadeliğe kavuşturmaktan ibarettir. Nedir bu şiarlar? Bütün İktidar Emeğin Olacak; Ulusların Kendi Kaderini Tayini ve Zindanlar Yıkılsın Tutsaklara Özgürlük’tür.

Gezi’yi tekrarlamak değil, ama aşmak isteyen, patlamaya başlayan kin ve öfke tohumlarını sonuna kadar gidecek kararlılıkta bir harekettin temeline koymak isteyen devrimci kitleler, bu şiarlar yoluyla, amaç berraklığına ulaşacaklar. Halkların bir genel ayaklanmaya; ayaklanmanın bir zafere, zaferin de bu şiarlara ihtiyacı var.

Öğrenci gençliğin direşken tutumuyla devrimci bir halk hareketine dönüşen eylem, Gezi’nin tekrarı bir ayaklanmaya dönüşmeyecek; ya onu aşacak ya da şu anki düzeyini aşamadan geri çekilip başka bir genel bahane bekleyecek. Aradaki fark, proleter öncünün dehası, özgüveni ve cüretiyle kapanabilir türdendir.

Umut Çakır