Eğer bir toplum devrim sancıları çekiyorsa, bir zamanlar tüm nüfusu “acıda ortaklaştıran” her olay, devrim ve karşı devrim arasındaki fay hatlarını derinleştirir, kutuplaşma artar.

Çeşitli sınıfların olaylara gösterdiği tepkinin boyutu olayın içeriğini aşar; bir yanda öfke öte yanda tehditler havalarda uçuşur. Ve sonuçta toplum her olayda, biraz daha radikal uçlara kaymış olarak çıkar. Hele ki durum, son haftalarda yaşadığımız türden ardı ardına felaketler ve skandallar zincirine dönüşürse, öfkenin soluklanıp soğumasına hiç zaman bırakmaz, patlama saatini yakınlaştırır.

Öte yandan dünya bu patlama anını çoktan yaşıyor, bir devrimler fırtınası da hızla esmeye devam ediyor. Bu topraklarda büyük acılar çeken milyonların kafasındaki soru aynı: bizde ne zaman fırtına kopacak? Bu sorunun tam cevabı her zaman bir muammadır. En donanımlı öncüler bile, en yetkin önderler bile patlamanın hangi olayla ne zaman patlak vereceğini kesin bir dille ön göremez, yalnızca tahminler yürütebilir ve atının dört ayağını nallamış vaziyette o ana elden geldiğince hazırlanır. Yine de patlama anına doğru gidişi olayların seyri içinde izlemek mümkündür. Her sarsıcı olayda özellikle ezilen kitlelerin sergilediği refleksler, patlamayı yaratan birikime dair önemli ipuçları sağlar. Biz de şimdi bu sorunun peşine düşelim.

Öncekiler bir yana son haftalarda ardı ardına gelen felaket ve skandallar üzeri örtülmesi olanaksız bir öfkenin mayası haline geldi. Elazığ’da yaşanan deprem dinci faşizmi fazlasıyla endişelendirdi. Nasıl endişelendirmesin? Kürdistan’ın yaşadığı her büyük deprem, tarihte ulusal silkelenişin manivelası işlevi görmüştür. 1966 Varto Depremi, 30’larda bastırılan isyanların üzerindeki ölü toprağını atmaya yetmişti. 2011 Van Depremi, tam o günlerde sokakları ele geçiren şovenizme karşı Kürt halkını yeniden kenetlemiş, dinci faşizmin Van ve çevresindeki etkisine büyük darbe vurmuştu. Şimdi Kürdistan’ın kalbine bir bıçak gibi sokulan gericilik merkezi Elazığ’ın aynı kaderi paylaşması, böyle bir olasılık bile dinci faşizmi korkutmaya yetti. Midede sancılar yaratan bir şişmeyle giriştikleri kurtarma operasyonları, yaratmak istedikleri algıyı tersine çevirdi. Tüm propaganda çabalarına rağmen emekçiler, kurulan çadırları ve dağıtılan çorbaları değil, enkazı tartıştı. Milyonların kafasındaki sorular aynı kavşakta buluştu: “toplanan deprem vergileri nerede?”

Soru ortada dolaşırken cevap niteliğinde bir skandal patlak verdi. Kızılay üzerinden aklanan ve aktarılan, dudak uçuklatan paralar anlaşıldı ki, dinci faşizmin en tepe yöneticilerinin cebine doluyordu. Dinci faşizm, basın üzerindeki tüm gücünü kullanmasına rağmen, bu skandalın günlerce en geniş kesimlerde tartışılmasını önleyemedi. Kızılay skandalı, dinci faşizmin ve tekelci sermayenin politik gündemi yönlendirme gücünün ne denli aşındığına dair sağlam bir kanıt sundu.

Skandalı, yine art arda gelen felaketler izledi. Bahçesaray’daki çığ, bu felakette bir “başdanışman”ın oynadığı uğursuz rol, emekçi sınıfların gündemini yansıtan sosyal medyayı adeta salladı. Ve hemen aynı gün meydana gelen uçak kazası öfke dolu tartışmaya yeni boyutlar kattı.

Bu felaket ve skandallar karşısında emekçi sınıfların dile getirdiği öfkenin iki özelliği göze çarpıyor. Birincisi, öfkenin cesaretle sergilenmesidir. Bu güne dek, yalnızca “hakaret” yüzünden yarım milyon sosyal medya kullanıcısı hakkında soruşturma, yüzlerce tutuklama ve yağdırılan cezalara rağmen, kimse bu açık tehditlere aldırış etmedi. Cesaret umuttan doğar; umut ise altı boş bir iyimserliğe değil çabaların ve çekilen eziyetlerin nihayet bir sonuca varacağı kanaatine dayanır. Dünyada esen devrim fırtınasının bu cesareti ortaya çıkarmada oynadığı rolü yadsımak mümkün mü?

Beliren öfkenin öne çıkan ikinci özelliği şudur: her olayda kitleler meseleyi en geniş çapta tartıştılar. Sadece yönetenlerin hatalarına işaret etmekle yetinmediler ama çok daha önemli bir başka konuya parmak bastılar. Hemen her olaydan sonra, yönetenlerin ve egemenlerin ellerindeki kaynakların akıbeti masaya yatırıldı. Tartışma, bir kez, güncel-konjonktürel politik alanın darlığından daha geniş bir alana kaynakların akıbeti sorununa doğru kaymaya başlamışsa, orada artık milyonların gündeminde salt biçimsel bir hükümet değişimi değil, ama “bütün iktidar”ın değişmesi düşüncesinin gelişmeye başladığı tespit edilmelidir.

Kanal İstanbul ile iyice alevlenen bu tartışmanın önemi nereden geliyor? Bu topraklarda devrim, dinci faşizme duyulan politik öfkeden fazlasıyla beslendi ve besleniyor. Öte yandan bu beslenme damarı, aynı zamanda devrimci yığınların yalpalamasına yol açıyor. Mevcut sistemle değil ama mevcut hükümetle, sermayenin tümüyle değil ama “yandaş”la sorunu olanlar -ki sayıları hiç de az değil- devrimi, her çukurda tökezleyen bir topal ata çeviriyor. Uzlaşmacılar, bu koşullardan kitleleri CHP’nin kuyruğuna takmak yönünde yararlanıyorlar. Sesleri, devrimci proletaryadan daha çok çıkan, gazeteleri, televizyonları, konuşacak binlerce kürsüleri olan bu güruh, devrimin ileri bilinçli yığınlarında bile kırılma ve yalpalanma yaratabiliyor. Oysa şimdi, “bütün iktidar” problemini gündemine alan genel tartışma bu etkiyi kırmaya adaydır. Sorunların çözümünün, hükümetleri değiştirmekte değil kaynaklara el koyup onu denetlemekte gören bilinç yayıldıkça, nihai bir kapışma için ihtiyaç duyulan bir kararlılık, amaç ve göreve dair kafa açıklığını kuşanmak kolaylaşıyor. Öfke tam olarak nereye yöneleceğini açığa kavuşturdukça bir “kör öfke” olmaktan çıkacak, patlamanın fitilindeki ateş görevini yerine getirebilecektir.

Sözünü ettiğimiz olgunun; yani, milyonların bilincine “bütün iktidar” sorununu taşıyan dönüşümün izleri, yalnızca sosyal medya mesajlarından ibaret değil. Daha güçlü ve somut işaretlerde söz konusu: örneğin metalde grev öncesi yapılan işçi mitinglerinde, burjuva sendikacıları endişeye düşüren kalabalıkların beklenmedik belirişi. Çünkü, pek çok deneyim göstermiştir ki, krizin patlattığı işsizlik, en çok sendikal faaliyetleri vurur. Sıradan bilinçli işçiler, işsiz kalma korkusuyla eylem alanlarında görünmekte tereddüt ederler. Her kriz, ancak belli bir aşamadan sonra, işçi ve emekçilerde eyleme yönelik içgüdüsel bir eğilim doğurur. Uzun sürmesi ve daha nice işsiz ordusu doğurması kesin bir krizin orta yerinde işçiler, hiç güvenmedikleri en gerici sendikaları bile endişeye düşürecek bir etkinlik içine girmişse, söz konusu kritik eşik aşılmış demektir. Proletarya, dolaylı değil, dolaysız biçimde sermayenin karşına çıktıkça, devrimin ayaklarına dolanıp duran ve sermayenin sadece bir kesimini hedefine koyan bulanıklığı gideren bir etki yaratır. Proletaryanın özgüvenle ve cesaretle giriştiği her hareket, bu koşullar altında “bütün iktidar” probleminin gündemde kalmasını sağlar.

Başka bir işaret, önemli olmayan ama yine de gözden kaçırılmaması gereken bir işaret, on yıllarını sermaye adına topumun en geniş kesimlerindeki “halet-i ruhiye” değişimlerini gözlemeye adamış bir anketçinin sözleridir. Bekir Ağırdır, mealen şöyle bir tespitte bulunmuş: toplumun bütün siyasi partilerle ilişkisini keseceği, derin bir güven bunalımının yaşanacağı travmatik bir döneme giriyoruz. Kulağı tersten değil düzden tutarsak, Ağırdır’ın sözlerinin anlamı daha net görülür: yalnızca hükümet partilerinin değil burjuva muhalefete ve onlarla birlikte uzlaşmacı tüm yolları deneyen sosyal reformistlere duyulan beklentilerin tümden yok olacağı; sermaye için travmatik, emekçi halklar için “bayram günleri” olan devrimci ayaklanmalar hemen önümüzde durmaktadır.

Devrim, üst üste binen, yan yana oluşan büyük felaketler ve skandallardan beslenir ama hepsinin toplamında daha fazla bir içerik ve derinliğe sahiptir. Bu yüzden ne kadar sarsıcı olursa olsun, bütün bu olayların seyrini belirleyen bir “genel rejisör”e ihtiyaç olur, böylece farklı kanallarda mayalanıp kabaran öfke, aynı kavşakta buluşabilir. Şimdi bu “genel rejisör”, küresel devrim fırtınasının tam orta yerinde yaşanan ekonomik çöküştür. Ayrı bir makalenin konusu olmakla birlikte, burada çok kısa bir görünüm sunmakta yarar var.

Merdiven biçiminde, basamaklı, hızlı bir iniş ve az çok durgun dönemlerle ilerleyen ekonomik çöküş tekelci egemenlik ve dinci faşizmin elini kolunu bağlıyor; devrim cephesini ise her an tetikte tutuyor, enerji birikimi sağlıyor. Sürekli yoksulluk çeken en alt kesim dayanılmaz noktaya çoktan ulaştı. Fakat biraz daha üstte bir emekçi kesim var ki onlar şimdilik “battı balık yan gider” tutumuyla ödeme şanları olmadığını pekala bildikleri borçları yığmaya devam ediyorlar. Yarına dair tüm umutlarını kaybetmiş fakat yaşanan ana odaklanıp “ne tüketirsem kar” diyen bu kısım, hızlı bir çöküşün önündeki son çakıl taşıdır. Ancak onlar için de zaman hızla tükeniyor.

Nihayet rejisör “motor” dediğinde ne kadar hazır olduğu sorusuna bir an bile takılmadan atılımını yapması gereken proleter öncü için güvence işçi sınıfının engel tanımayan öz güveni, yoksulların taşan öfkesi ve acılar sarnıcını çoktan doldurduğu halde, ancak köklü bir hareketi bekleyen devrimci bir halkın gösterebileceği bir sabırla gün sayan Kürt halkı olacaktır.

Umut Çakır