< < Yakın Ve Açık Tehdit; Dinci Faşist İstila

Saray’ın 30 Ağustos resepsiyonunda ejder meyveli smotiler neşeli midelere doğru yol alırken; Hatay sınırında cehennem ağızlı bir ejderha istila hazırlığının bir provası için kuyruğunu hafifçe Cilvegözü Kapısı’na dokunduruverdi.

Kamera görüntülerine bakılırsa, dinci faşist katil sürüleri oldukları kuşku götürmeyen bir grup, kapıdan içeriye zorla giriş yapmaya yeltendi. Bu, şimdilik kaydıyla, silahsız bir nabız yoklamasıydı; TC’nin tutumunu ölçtüler ve bir sonraki girişimde bu ölçülere uygun silahlarla gelecekler. RTE’nin Putin’e, adeta yalvar yakar “güvenliğimiz, çok ciddi tehdit altında” derken, kuşkusuz, bizzat teslim ettikleri uçaksavar ve diğer ağır silahları aklından çıkartamıyor olmalıydı. Putin bu yakarışa kayıtsız kaldı, çünkü o ve Esad, bu katil sürülerine İdlib’de acımasız bir son hazırlamakla meşguller.

Meselenin dikkat çekici bir yanı da şu: Rusya ve Şam yönetimi, daha önce bir kaç kere, dinci faşist çetelerin bu merkezine karşı saldırıya geçti ve her seferinde kafalarının üzerinden Amerikan Tomahawk füzeleri yağdı; karasularına uçak gemili donanmalar sıralandı. Oysa şimdi, emperyalist kampta tam bir sessizlik hakim.

Neden?

Bunun pek çok nedeni sayılabilir: En başta geleni, Suriye’deki vekalet savaşında kaybeden tarafın ABD oluşudur. Fakat bu durumun nedenlerinden daha önemlisi, sonuçlarıdır. Yakın bir zamanda güney sınırına yığılacak tehdidin korkunç boyutları, bu sonuçlardan biridir. Emperyalist merkezlerin şu ana kadarki sessizliğinde, emperyalist güçlerin ve diğer başka güçlerin nüfuz ve paylaşım alanlarında ağırlık merkezinin Türkiye’ye doğru kaymaya başladığını görmek gerekiyor.

Emperyalist-kapitalist dünyaya tam ilhak düzeyinde bağımlı bir ülkenin, paylaşım çabalarının hedefi olması, bir çelişki değil. Süre giden 3. Dünya savaşının tüm karakter ve koşulları göz önüne alındığında, şunu görebiliyoruz: Proletarya ve emekçi halklar ile dünya sermaye sınıfı arasında geçen küresel iç savaşta emperyal merkezler ve diğer başka büyük güçler, bu küresel iç savaşın yerel dinamikleri üzerinden kendi nüfuz alanlarını yeniden tanımlama çabası içindeler. Venezuella’dan HongKong’a dek bir yanda iç savaş boyutlarına ulaşan sert sınıf savaşımları, diğer yanda bu mücadelenin farklı taraflarının omuzları üzerinden birbirlerine ateş eden büyük güçler mevcut. Yakın zamana kadar, bu bilek güreşinin en önemli düğüm noktası Suriye’ydi. Ama şimdi orada skor tabelası çoktan belli oldu. Ve yeni kapışma sahası olarak, Türkiye adım adım öne çıkmaya başladı.

Elbette, Türkiye’nin ve Suriye’nin koşulları pek çok açıdan farklı. Sekiz yıl önce Suriye’de iç savaşı kışkırtıp boyutlandıranlar emperyalistlerle birlikte Türkiye, gerici Arap devletleri ve İsrail idi. Daha doğrusu emperyalistler, plan ve amaçlarını bu saydığımız devletler üzerinden gerçekleştirmeye çalışıyorlardı.

Bu topraklarda ise uzun bir iç savaş var, bunun yarattığı büyük devrimci bir birikim, kutuplara doğru ayrışan bir toplum var. Dinci-faşizm, emperyalistlerin de büyük ve sınırsız desteğiyle, dünyanın dört bir yanından topladığı, silahlandırdığı şeriatçı çetelerle, Suriye’ye karşı-devrim ve iç savaş ihraç etmişti. Şimdi, ihraç ettiği mallar defolu/hileli çıkan tüccarın mallarının iadesi durumu gibi, ihraç ettiği ne varsa, kendi topraklarında patlamak üzere. Eğer biri Rusya’yı durdurmazsa, bazen hızlanarak, bazen frene basarak gidişat bu yöndedir. Suriye karşı-devriminin İdlib’de yoğunlaşmış irinin, sınırlarımız içinde patlaması halinde, uzun iç savaşta ciddi bir kavşak noktasına varılmış olacaktır.

Buna, dileyen “Pakistanlaşma” dileyen “Suriyeleşme” diyebilir. Onbinlerce ağır silahlı dinci faşistin sınırları zorlayıp içeriye girmesi, pek çok başsız tacı kaldırımlarda yuvarlayacaktır. TSK’da ardı ardına yaşanan istifaların nedenini burada aramak gerek. Keza, İdlib’de işler kızışınca, bir anda patlak veren “kayyum darbesi”ni de, bu genel görünüm içinde değerlendirmekte yarar var. Çünkü ufukta beliren tehdit, en başta TSK olmak üzere, devletin tüm kurumlarını çatlatıp, sonu gelmez bir kavgaya sürükleyecek kuvvettedir. Böyle bir ortamda Türk tekelci kapitalizminin en son görmek isteyeceği manzara, 2012 Temmuz’unda Rojava’da bir anda belirivermiş olan manzaradır.

3. Dünya Savaşının öne çıkan cephelerinden biri olarak Türkiye ve Kürdistan’da süre giden uzun iç savaş, adeta bir mıknatıs gibi, yeni nüfuz alanları peşindeki küresel güçleri kendine doğru çekmeye başladı. Bu ilgiyi “dayanılmaz cazibesi”ne yoran dinci-faşizm, sınırlardan içeri sel gibi akacak dinci faşist katillerin iplerini tutabileceğini sanıyorsa, ahmaklığına doymasın. Yerleştikleri her yeri elde silah “Cihadistan”a çevirmekten başka bir şey bilmeyen bu katil sürülerini Avrupa kıyılarına sersefil varmaya çalışan göçmen dalgasıyla karıştırmamak gerek. Bunlar, en başta, Samandağ’dan Kilis’e kadar, yeni bir İdlib yaratabilecek silah donanımına, yerel ilişkilere ve paraya sahipler.

Tehlikenin boyutlarını tam anlamıyla kavramak, ona hazırlanmanın ön koşullarından birincisidir. Dinci-faşist katil kafileleri, uzun iç savaşta, yeni ve çok kanlı bir perdeyi açacaktır. Ancak, kuşku yok ki, bu durumun, halihazırda kaynamakta olan toplumda yaratacağı muazzam sarsıntı, dinci-faşizmin sonunu getirecek enerjiyi açığa çıkartacaktır. Kırıntı düzeyinde haklar için tüm enerjilerini harcayanlar, CHP kuyrukçuları, yani bilcümle devrimin tüm “ara” unsurlarını etkisiz bırakacak bu önemli gelişme için, devrimci proletarya şimdiden hazır olmalıdır. Arap Alevi halklar ve Kürt halkı başta olmak üzere, Kaz dağlarından Van Kalesine dek, hareket halindeki kitleler, tehdidin boyutunu hemen kavrayacak bilince sahiptirler. Bu bilinçli kitleleri, devrimci bir hükümet şiarı altında birleştirmek, bu ertelenemez yaşamsal tehdidi savuşturabilmenin, tek yoludur. Yoksa, bugün Suriyelilerin yaşadığı gibi milyonlarca insanımızın mülteci kapılarına yığılması; tarihin en korkunç trajedilerine bile rahmet okutacaktır.

Umut Çakır