Devrim, kitlelerin kendi eseridir. Marksizmin bu belgisi eğer basma kalıp ele alınmayacaksa, öncüye kitlelerin genel hareketinin seyrini, onların şu veya bu sorunda aldıkları canlı tutuma göre kavrama yolunu açar.

Emekçi kitleler sadece yaptıklarıyla değil, belki daha çok, yapmadıklarıyla öncüye bir dolu veri sunar. Bu verileri hakkıyla değerlendirmek için ne teorik analizlerin ne tarihsel anıştırmaların yeterli görüldüğü zamanlar gelir çatar. (Şimdi olduğu gibi); bunlara ek olarak, emekçi sınıfların gerçekten nasıl akıl yürüttüklerini, olaylarla canlı etkileşimi içinde bu akıl yürütmenin nasıl değişim geçirdiğini, tarihsel bellek ve kültür birikimini, jenerasyon farklarını, ulusal mizaçları vb, hesaba katmak gerekli olur.

Kitlelerin "yapmadıkları" ne? Kuşkusuz, şu son haftalarda en göze batanı, dünya halkları Filistin için sürekli inatçı bir hareketlilik sergiliyorken, bu topraklardaki eylemlerin kısa zamanda sönümlenmesidir. Dinci-faşist iktidarın eylemlere açık çek vermesi, kendi tabanında bile eylemlere canlılık katmadı. Bu manzaradan "çürüme, vicdanı körleşme" gibi aceleci sonuçlara varanlar fena halde yanılırlar. Hem Filistin meselesinin geldiği yeri anlayamamışlardır, hem de bu topraklardaki emekçilerin gerçek durum ve duygularını. Filistin, küresel iç savaşın, dünyanın emekçi ve ezilen halklarıyla kapitalist-emperyalist efendiler arasında süregiden savaşın güçlü bir kaldıracı halini aldı. Sürekli eylem içine olan halklar, binlerce çocuğun parçalanmış cesetleri üzerinde dans eden Siyonist devlete destek çıkan kendi hükümetlerine baş kaldırıyorlar. Burada dinci-faşizm Hamas'ı desteklediğini açıkladı ve eylem dalgasının kendisine yönelmesini engelledi. Ama, tam da bu nedenle bu toprakların emekçi çoğunluğu, iktidarın kendi toplumsal meşruiyeti için yararlanmayı umduğu eylem dalgasına ilgilerini kestiler.

Buradan emekçi sınıfların "yapmadıklarından" iki önemli sonuç çıkar. İlki, emekçi çoğunluğun, dünyada hiçbir şeye karşı duymadıkları öfke ve kini, varolan hükümete duymalarıdır. İkincisi, emekçilerin kendilerine çok daha önemli, yakıcı ve acil görünen sorunları dert edinmeleridir. Gününü yarı aç yarı tok geçiren, hemen yarın kendisini nasıl bir felaketin beklediğini bilmemenin tedirginliğini yaşayan her emekçi için, dünya bu varoluşsal sorunun etrafında döner. Tüm moral gücünü, enerjisini ve kapasitesini bu soruna yöneltir. Sadece tek bir örnek yeter. Büyük kentlerde ortalama ev kirası, ortalama emekçi ücretinin iki katı; bu denli zorluk içinde bulunan bir sınıfı, dünyanın diğer hakları gibi inatçı ve sürekli bir Filistin destek eylemine yönlendirmek, en hafif deyimle hayalciliktir.

Emekçilerin acil, yakıcı sorunlarının günden güne nasıl ağırlaştığı, pek çok kez ele alındı. Burada gündeme gelen soru şudur: Yaşanan cehennemi sıkıntılara rağmen buna uygun hareket neden gecikiyor? Soru "neden olmuyor?" değil, "neden gecikiyor?". Çünkü, hemen herkes, buna sokaktaki sıradan insan da dahil, bu gidişatın bir yerde mutlaka toplumsal patlamaya yol açacağı konusunda hem fikir. Devrimci marksizmin diyalektiği, en çelişkili görünen olguların, gerçekte her an birbirine dönüşmeye hazır içsel bağlarla birliğine işaret eder. Burada gördüğümüz benzer bir çelişki ve tarih ironisidir: Hemen herkesin hemfikir olduğu bir konu, tam da o konunun gecikmesine yol açıyor.

Meseleye açıklık getirmek üzere iki gelişmeye dikkat çekmeliyiz: İlki, devrimin harekete geçirmesi muhtemel toplumsal tabanının kısa sürede olağanüstü genişleme göstermesidir. (Son seçim sonuçlarına bakarak, daha önce yaptığımız kaba bir hesap nüfusun %70'inin bu kapsamda olduğu sonucuna varmıştık). Geçmişte büyük kitle eylemlerini uzaktan izleyenler, şimdi "sular karışmadan durulmaz" diye akıl yürütmeye başladılar ve bunların sayısı geçmişin eylemlerine katılanlardan çok fazla. Henüz eylem kapasitelerini harekete geçirmemiş bu büyük kitlenin tahayyülünü harekete geçiren örnek, Gezi Ayaklanmasıdır. Emekçi sınıfların tarihsel belleğinde, günü gelince onların tahayyülünü harekete geçirecek güç ve ölçekteki tek eylemdi Gezi.

İşaret edeceğimiz ikinci gelişme, genel kitle hareketi üzerinde proletarya hegemonyasının eksikliğidir. Yakın zamana dek genel hareketi domine eden küçük-burjuva siyasetler barutlarını tükettiler. "Bir oy bize, bir oy Kılıçdaroğlu'na" çizgisi, en az "Yetmez ama evet" kadar, tarihin politik kepazelikler serisinde liste başı görünecektir. (Şu sıralarda emekçi sınıflar, küçük burjuva uzlaşmacıların onları nasıl rezil bir politik ittifakın peşine sürüklediklerini ibretle, ağızları hayretle açık görebiliyorlar.) Sırasını savan küçük burjuva siyasetin yerini henüz devrimci proletarya doldurmadı. Bu dönüşümün epey zorlu, sancılı ve zikzaklarla dolu geçeceğine şüphe yok, ama bu dönüşüm mutlaka tamamlanacaktır. Lakin bu geçiş evresinde, devrimci bir sınıfın hegemonik etkisinden yoksun kalan genel emekçi hareket, bıyıkları yolunmuş kedi gibi sağa-sola savrulmaktan kurtulamayacak.

Genel emekçi harekete proletaryanın öncülüğü, şimdi karmakarışık görünen safları düzenler; kitlelerin yaşam içinde sığınacağı ilkeler, öncü sınıfın saflarından yayılır; sadece sorunlar değil çözümler de dile gelmeye başladığı için hareket bir perspektif kazanır; her kesim kendi durumunu ölçebileceği ideolojik kerteriz noktalarına sahip olur ve bu sayede bilinç ve kararlılıkla donanır. Proletarya hegemonyası için dönüşüm tamamlanmadığı sürece, biz geniş emekçi yığınlardan derin öfkeyi, bitimsiz kini dile getiren sözler duyarız ama dostu-düşmanı ayırteden kafa açıklığını göremeyiz. Hedefler ve görevler, yığın hareketini domine etme gücünü bu ara dönemde gösteremez.

Bu iki gelişmeyi birlikte değerlendirince ortaya çıkan sonuç, yaşamsal sorunlarına bir an önce çözüm bulmayı umanların, en geniş hareket arayışında olmalarıdır. Başka bir ifadeyle, harekete geçmek için herkes bir diğerini bekliyor. Herkesin birbirini beklediği bir yerde, en geriden gelenler, genel hareketin de karakteristiğini belirler; onların temposu, hareketin hızını belirler hale gelir. Ve en geriden gelenler, derin umutsuzluk çukurunda ayakları dibe vurmadan yüzeye çıkmayı beceremeyen, bir çare aramayı denemeyenlerden oluşur.

En geriden gelenleri dahi, homurdanmayı bırakıp harekete geçmeye mecbur eden o dip dalgası "evet işte, tam şurası!" denebilecek kesinlikte bir yeri tarif etmez. Son yıllarda, dayanma sınırının defalarca test edildiği yıkımlar yaşandı. Çalışanların sömürü şokuna, büyük deprem şoku eşlik etti, çıldıran gıda fiyatlarına çıldırtan kira artışları eşlik etti. Her seferinde dip noktası biraz daha derine gömüldü. Emekçilere henüz dip noktaya gelinmediğini düşündüren iki etmeni akıldan çıkarmayalım: Birincisi, işsizliğin henüz dramatik bir patlama yaşamaması, ikincisi bankaların bol kepçe dağıttıkları kredilerin henüz bir kesintiye uğramaması. Her ikisi de bir menzile ulaştı.

Tekeller, sömürü şoku sayesinde, iç pazar kuruduğu halde dış pazar imkanlarını arttırdılar. Sudan ucuz emek gücü, ihracatta rekorlar getirdi. Üretim büyük oranda ithalata bağımlı olmasaydı, tekeller yağlı kemiği sıyırmaya devam edebilirlerdi. İthal üretim girdilerinin maliyeti arttıkça, ucuz emek gücü avantajı yok oldu, ihracat daralmaya başladı. Tekeller, ağır borç yükü altında üretimlerini dışarıya çıkarmaya başladılar. Kuruyan iç pazar, dışarı çıkamayanları iflasla tehdit ediyor. Bu tehdidin ne zaman gerçek olacağı bilinmez, ama bu eşiğin aşılması, işsizlikte dramatik bir patlamaya yol açacaktır. Tekstilciler kaçıyor, kaçamayan perakende çöküyor, bu eşiğe varacak tempo hızlanıyor.

Bankalar, milyonlarca emekçiye mikro düzeyde kredi vermenin yolunu, dünyanın en kanlı çetelerine ait paraları aklamakta buldu. Bu işten çifte kazanç sağladılar, çünkü kara-para, çok "saygı-değer" bankacılar için, faizsiz finans havuzudur. Ancak bir ülkede dış borç dağları aşmışsa ve bir ödemeler krizinin alarmları çalıyorsa, topyekün bir iflası önlemenin yolu, -bankacıların diliyle- "büyük montanlı kredi" bulmaktır yani tek seferde on milyarlarca dolar borç transferi yapmaktır. Bu denli büyük bir borcu vermeye niyetlenen finans baronları, özellikle iki tablodan uzak dururlar. Birincisi, bu borçların ihtiyaç kredisi olarak dağıtılmasıdır ve ikincisi yol üstünde kara-para trafiğiyle karşılaşmaktır. O devasa borç transferi, ancak emekçilerin cepleri boşaltılarak ödenebilir ve yine ancak kara-paranın ortak çıkmadığı tüm faiz gelirlerini kendine bağlayarak. Maliye Bakanı büyük montanlı borç transferi bulabilmek için dünyayı turlarken, İçişleri Bakanı’nın içeride çete avına çıkması bundandır. (Kapitalizmin en iğrenç yüzü bu noktada belirir: Emekçi cüzdanındaki kredi kartlarının sayısını arttırırken, bilmez ki, aynı zamanda çocuklarını uyuşturucuyla zehirleyen satıcıların sayısını arttırıyor). Sonuçta, tükenmez bir kaynak suyu gibi görünen banka kredilerinin dibine geldik ve elbette, krediyle birlikte gelen yozlaştırıcı etkinin de.

Şüphesiz ki, barınma sorunu ve sert geçeceği şimdiden belli kara kış, yakıcı sorunlar listesinde hızla ilk sıralara yerleşti. Ortalama emekçi ücretini kat kat aşan kiralara emekçi sınıflar en fazla bir kaç ay daha dayanabilirler. Sonrası, kara kışın ortasında, parkları, dolduracak evsizler ordusudur. Üstelik bu kış, yazdan hazırlığı yapılamayan cinsten. Emekçi sınıflar, yaz aylarının ucuzluğundan yararlanıp kış için yiyecek stoğu yapabiliyordu. Bu yaz, değil stok yapmak, yazlık gıdaların bile yanına yaklaşılamadı. (Bu durumun özellikle çocuklar üzerinde yaratacağı trajik etki gerçekleşirse, proleter öncü kendi kafasını taştan taşa vursa yeridir.)

Bir halk dibe böyle vurur: Her biri bir devrim ordusu oluşturmak üzere birleşecek işsizler ordusu, evsizler ordusu, hacizliler ordusu, açlar ordusuyla... Hani bu ordular şimdi buhrana karşı çırpınıp enerjilerini tüketiyor, oradan oraya nefessiz körcesine koşturup duruyor ve bu yüzden birbirlerini görmekte zorlanıyorlar ya, işte bu umutsuz koşuşturmacanın bir işsiz kuyruğunda, bir parktaki seri çarşaflar altında, donmuş bir ırmağa dönüşeceği zaman, işte o zaman, emekçiler birbirlerinin gözbebeklerinde, gerçekten dibe vurduklarını ve yine hep beraber yüzeye çıkmaktan başka yol kalmadığını anlayacaklar. Birbirlerini öfkelerini bastırarak bekleyenler, neyi beklediğini unutacak kadar uzun süredir bekleyenler, tedirginlik ve gerilim dolu bekleyişin yükünü biraz olsun hafifletebilmek uğruna "battı balık yan gider" tarzına kendilerini kaptıranlar; yeni, içeriden değil dışarıdan ve yukarıdan bakmaya teşne kibir dolu bir komünistin kolayca "bu ne çürüme, bu nasıl umarsızlık!" diye çemkirdiği kim varsa, tarihsel belleğin en parlak hazinesi Gezi'nin izinden yürüyecek.

Bunu söylerken fal bakmıyor, dilek tutmuyor, tahmin yürütmüyoruz. Bunu başaracak taze güçlerin varlığını ve hareketini somut, açık kanıtlar biçiminde sunuyoruz. Diğerleri bir yana son KYK isyanlarına bakmak yeter: Gezi'nin tüm izleri orada görünecektir. Üstelik en yeni gençlik kuşağının özlemleri,umutları, arzuları ve enerjileriyle dopdolu bir eylem dalgasıydı yaşanan. Gençliğin sınır tanımayan karakteri, son yıllarda adeta mahkum olduğumuz, yaş ortalaması 50'yi geçen eylemci kitlenin bürokrat-biçimci tekelini kıracaktır. Bürokrat cam tavanların yerine taşkın bir heyecan; duyarlılık-farkındalık gibi plastik duyguların yerine pürüzsüz bir adanmışlık ve samimiyet; yasak savmanın yerini umut dolu bir arzunun alacağı gençler için, bir yol açılmış bulunuyor. Acıların sarnıcıyla birlikte dolan ve ancak bu acılardan beslenen bir devrim sadece ve sadece gerçek ve yüksek duygularla ateşlenebilir. Ve o ateşin taşıyıcıları gençlik, nihayet "Ben buradayım!" dedi.

Umut Çakır