Tıpkı iklim gibi, insan toplumları da bir kez daha “aşırılıklar çağı”nı yaşıyor. Nasıl ki hava, her şeyi eritip miskinleştiren bir sıcak dalgadan, her şeyi kırıp döken dolu yağışına bir günde geçiyor, insanlık da bezdiren-yıldıran bir baskı-aldatma cenderesinden büyük isyan günlerine kısa sürede geçiş yapıyor. Yaşadığımız topraklar bu genel eğilimden bağışık değil, yeter ki geçici risk hallerine saplanıp kalmasın kafalar.

Durum tespiti yapmanın bile sıkıcı bulunduğu günlerden geçiyoruz. Bir yanıyla olumludur ve iyi anlaşılmalıdır, çünkü geniş kalabalıklarda beliren “söz eylemi yitirdi” sezgisine dayanmaktadır. Bu sezgi, aynı zamanda siyasi retoriğin, karşıt retoriğe üstünlük sağlamasına dayalı parlamenter yollara duyulan güvensizliği besliyor ve oradan besleniyor. Bu sezgi, aynı zamanda, “talepleri duyurma”ya odaklı protesto biçimi hareketin kısırlığına vurgu yapıyor. Durum tespitine dair olumsuz duyguları canlı kılan, kuşkusuz gerici burjuva muhalefetin son yıllarda yürüdüğü politik hattır: Açlık, sefalete ilişkin bol bol hamaset, ama çözüme dair, ikiyüzlü bir sessizlik ve arka kapılardan yürütülen “zehir reçete” pazarlıkları... Yine de, bu tarz bir “durum tespiti”nin, Leninist somut durumun somut tahlili ilkesinden tamamen farklı olduğunu belirtmeden geçmeyelim.

Leninist çalışmada somut durum tahlili hemen önümüzde duran pratik görevleri aydınlatmak ve olası sonuçlar üzerine açık bir fikir sahibi olmak adına yapılır. Tahlil, en genel çerçevenin belirlenmesiyle başlar, çünkü tek tek olaylar ve olgular ancak bu en genel çerçevenin içinde gerçek içeriğini kazanır, her olayın diğeriyle ilişkisi aydınlanır. Bu uzun girizgah, durum tespitine dair bezginlikle dolu duyguları bir parça dağıttıysa, işini yapmış sayılır. Öyleyse, somut durum ne?

En genel çizgileriyle şu: Sınıfların karşılıklı ilişki ve mücadeleleri, tek bir politik çizgide yoğunlaşmıştır: iktidar sorunu. Emekçiler her şeyin önüne bu sorunu koyuyor, bu sorunun çözümü etrafında hedef, amaç ve liderlik arıyorlar. Tekelci sermaye ve dinci faşist devlet de her şeyin önüne aynı sorunu koyuyor: Sermaye egemenliğinin devamını ve istikrarını sağlamak; popüler sözle, beka sorunu. Aradaki fark şu: İktidar sorunu farklı emekçi kesimleri aynı politik çizgide birleşmeye zorlarken, aynı sorun sermaye içi çelişkileri derinleştiriyor, çatlakları büyütüyor.

Bu çatlaklar önemli midir? Evet. Bilineceği üzere enternasyonal tarafından ortaya konan ve Lenin’in sık sık kullandığı devrimci durum tespiti, açılışını “yukarıdakilerin yönetememesi” maddesiyle yapar. Yönetemeyen burjuvazi, emekçi sınıfların birleşmesine hız katar, burjuva demagojinin etkisini alabildiğine sınırlar. Bu yüzden genel durumun tek tek ögelerini sayarken, burjuva sınıfın saplandığı buhran ve çıkmazlar ile işe koyulmak, doğru bir yöntemdir.

On yılların deneyimiyle Prof.Dr. Bilsay Kuruç, 2023 yılını, burjuva sınıf içinde çatallaşma yılı olarak görüyor, durumun çözümsüzlüğünü şu ifadelerle açıklıyor, döviz / faiz düzeyini yeniden ayarlayarak, 2002’deki gibi bir çıkışın mümkün olduğunu sananlara uyarıda bulunuyor. “Ama tarih 2002 değil. 2023 çatalı gösteriyor ki, buradan çıkış için mutat olarak emekçilere bir ağır fatura yüklemek yetmeyecektir. Bu ‘reel kapitalizm’ yapısıyla sınırlarına dayanmış görünüyor. Şairin söylemini biraz değiştirirsek ‘ilginç günler göreceğiz çocuklar!’” (19 Haziran Cumhuriyet)

Bir parantez açıp, devrimci proleter öncü dışında herkes için ilginç ve anlaşılması zor günler olacağını vurgulayalım. Çünkü, tam da buhranın geldiği nokta, sınıfları karşılıklı olarak “iktidar sorununa” odaklıyor.

Öyleyse, gerçek durumun işleyen dinamikleri, sunulanın (ve de sanılanın) tersine işaret ediyor. Uzlaşmacılar karşımıza nasıl bir manzara çıkarıyor? Onlara göre, son seçimlerden sonra dinci faşizm her şeyi yapabileceğine ve kimsenin onu engelleyemeyeceğine dair, sağlam ve sarsılmaz bir öz güven kazanmıştır; tüm zamları, tüm yasaklama, tutuklama ve baskıları, artık her şeyi kontrol edebileceklerine dair bir zafer ve üstünlük havasıyla yapıyorlar. Yine uzlaşmacılara bakacak olursak, emekçi sınıflar safında egemen hava bozgun halidir: umut barındırmayan bir bezginlik, yılgınlık ve apolitikleşme... Bu yanıyla doğrudur. Sonucu baştan belli bu seçime, üstelik gerici-faşist partilerin dolduğu bir ittifaka destek vererek girmenin dayanılmaz ahmaklığı, bu çifte kavrulmuş ahmaklık, kuşku yok, burjuva egemenlerde bir öz güven hissi yaratmıştır. Ve yine; bu oyuna, uyarılara rağmen alet olmanın öfkesiyle, gerici muhalefet ve kuyrukçu uzlaşmacılara karşı bir ilgisizlik olduğuna tanıklık edebiliriz. Öte yandan, görmek hiç zor değil, tekelci sermayenin öz güveni altı boş bir gösteriden ibarettir. Emekçi sınıfları saran “haleti ruhiye” ise, gerici muhalefet ve kuyrukçularının meselesidir. Üstelik, bir devrim, geçici olan ‘haleti ruhiye’ üzerine şekillenmez, ama sadece ruh hallerinin hızlı geçişinden yararlanmaya çalışır.

Tek varlık nedenleri iktidar üzerinde kene misali yaşamak olan, gazeteci-şöhret ve bilumum rantiyeci takımın seçim sonrası sergiledikleri yüksek öz güveni bir kenara koyarsak, tekelci sermayenin asıl sahipleri durumun vahametinin pekala farkındalar. Ayrıntılara girmeye gerek yok, Bilsay Kuruç’un özetlediği gibi, sistem kendi sınırlarına dayandı. Buhranı atlatmak değil, biraz olsun yumuşatmak için bile manevra alanı kalmadı. Döviz yükselse enflasyon çığırından çıkıyor; faizlerle oynamaya kalksalar üretim çöküyor. Ücretler gelebileceği minimum seviyeye düştü, buna rağmen en başta tekstil, şirketler çareyi yurt dışına taşınmakta buluyorlar. En büyük tekelci Koç bile, banka hisselerini sudan ucuza satışa sunmak zorunda kaldı. Tüm patronlar ipin ucunda ve önce kimlerin uçurumu boylayacağı merak konusu. Kredi-borç hisse sarmalıyla kuyruklar iyice birbirine bağlı olduğundan, uçuruma ilk düşen diğerlerini de peşinden sürükleyecek. Bu durum, sermayenin bir kesiminin diğerine karşı kılıçları bilemesiyle sonuçlanıyor. O kılıçlar ne zaman kınından çıkacak, asıl merak edilen bu.

Dinci faşist iktidar, bu mayınlı tarlanın üstünde, şişirilmiş bir öz güvenle tepinip duruyorsa, ne ala! Devrimin lehinedir. Altı boş öz güven dinci faşist iktidara, emekçi sınıfların en direnç dolu noktalarına pervasızca saldırı için gözü kara bir motivasyon sağlıyor. Ve böylece, bezginleri, yılgınları, siyasete küsmüş olanları bile ertelenemez bir kavganın içine çekiyor. Kavga alanlarına sürüklenen emekçiler, geçici süreliğine kapıldıkları olumsuz ruh halini geride bırakıp hızla umudu yeşertiyorlar. İki yıldır kesintisiz süren Akbelen eyleminde, bunun güçlü ipuçlarını gördük. Gerici burjuva muhalefeti, bir an sönmüş gibi görünen ama bir anda yeniden parlayan emekçi öfkesinden kendi payını fazlasıyla alıyor. Emekçi sınıflar, kendi içlerindeki bezginlere, yılgınlara prim vermeden bir çıkış arıyorlar, ama daha önemlisi şu: Bu çıkışı kendi öz güçlerine dayanarak yapıyor ve sosyalistleri bile beklemeden harekete geçiriyorlar.

Umutlu olmak bir tercih meselesi değil. O, zorunluluklar dünyası tarafından belirleniyor.

Umut Çakır