Kabul etmek gerek, sosyal reformist partiler ve uzlaşmacı küçük burjuva parti, burjuvaziyle sınıf işbirliğine kılıf uydurmakta mahirler. “Halkımızı alternatifsiz bırakmayacağız” söylemi ya da isteyen sloganı da diyebilir, bu kılıflardan biri.

Bu söylem, sosyal reformist partilerin önümüzdeki seçimlerde dinci faşist iktidar ve onun başı RTE'ye karşı, gerici-faşist partilerden oluşan “Millet İttifakı”nı, yani burjuvazinin bir başka kesimini desteklemenin kılıfı olarak uyduruldu.

Bir kez uydurulduktan sonra, bütün sosyal reformist partilerin, uzlaşmacı küçük burjuva partinin; onlarla birlikte birçok sol-devrimci hareketin diline pelesenk oldu bu ifade. Burjuvazinin bu liberal takıma yol veren kesiminin elindeki propaganda olanakları sayesinde yaygın bir slogan haline dönüştü.

Dinci faşist iktidar ve onun başı yerine burjuvazinin bir başka kesimini iktidara taşımak için çırpındıklarını açıkça ifade edemiyorlar. Çünkü böyle bir ifade ya da kabul onların tüm burjuva işbirlikçi yüzlerini açığa çıkarır; parti isimlerinde taşıdıkları “sosyalist-komünist-sol” gibi sıfatların birer yalandan, birer aldatmacadan ibaret olduğunu ortaya koyar.

Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfı ve emekçi halkları, yoksul kitleleri, dinci faşist iktidar ve onun başından kurtulmak için gerçekten de burjuvazinin bir başka kesimini yönetime taşımaktan başka bir alternatife sahip değiller miydi? Bu burjuva işbirlikçilere göre “değillerdi”.

Oysa, burjuva sınıf egemenliğine, kapitalizme karşı, burjuvazinin her türlü baskı ve sömürüsünden kurtulmak için işçi sınıfının ve emekçilerin “devrim” gibi bir alternatifleri olduğu ve bu alternatifin tarihsel bir hak olduğu yüzyıllardır biliniyordu. Fakat, burjuvaziyle sınıf işbirliği hayaliyle yatıp kalkan sosyal reformist partiler ve uzlaşmacılar, tarihin her döneminde olduğu gibi, bugün de bu tarihsel hakkı görmezden gelmek için binbir takla atıyorlar.

Bu tarihsel hakkın bugün gerçekleşme koşulları var mı? Burjuvazinin bir kesimini yönetime taşımak için cansiparane uğraşan ve bunu işçilerin, emekçilerin kurtuluşu olarak kitlelere yutturmaya çalışan “Emek ve Özgürlük İttifakı”nın açıklamasından okuyoruz:

“Yaşadığımız çoklu sorunlar (her ne demekse!-bn) çözümsüzlük ve bunalım her geçen gün derinleşmektedir.

Devrimci kavramlar kullanmamak için sosyal reformistlerin ortaya attıkları şu uydurma “çoklu sorunlar” kavramını bir kenara bırakırsak, Türkiye'de burjuva düzenin, burjuva sınıf egemenliğinin derin bir devrimci bunalım içinde olduğunu artık sosyal reformistlerin de kabul ettiklerini görmüş oluruz.

Bu gerçek, somut, elle tutulur, kanıtlanabilir olguyu görmek için basit bir gözlemci olmak bile artık yeter.

Koşulların devrimci olduğu, burjuva düzenin derin bir bunalımdan geçtiği, işçi sınıfı ve emekçilerin egemen sınıfa karşı bir meydan okuma halinde olduğu koşullarda, devrimci, komünist güçlerin görevi, iki ülkenin işçi ve emekçi sınıflarına, yoksul kitlelerine bir burjuva gücün yerine bir başka burjuva gücü yönetime taşıma çağrısı yapmak değil, “tarihsel hak”kı kullanmaya çağırmak olur. “Tarihsel hak” devrimdir, burjuva sınıf egemenliğini, sömürü düzenini bir devrimle yıkmaktır.

Hepsi de birbirinden reformist altı parti ve örgüt, görüşlerini açıklamaya devam ediyor ve Türkiye'nin temel ihtiyacını şöyle saptıyor:

“Türkiye'nin en temel ihtiyacı, halkın egemenliğine dayanan gerçek ve güçlü demokrasidir.” İfadenin muğlaklığını bir an için ihmal edersek, iki ülke emekçi sınıflarının en büyük ihtiyacının gerçek ve tam bir demokrasi olduğu doğrudur. Sorun, bu demokrasinin nasıl elde edilebileceğidir. Bu nokta, iki ülkenin emekçi sınıfları için olduğu kadar, burjuvazi için de yaşamsal önemdedir. Bu, ak koyunla kara koyunun belli olduğu noktadır.

Egemen, sömürücü sınıf olarak burjuvazinin devrimci bir bunalımdan devrimsiz bir çıkışa, bir kısım tavizler verme anlamına gelecek reformlarla bir çıkışa ilkesel olarak karşı olmadığını bu sosyal reformistler de bilir. Çünkü böyle bir çıkış yolu, işçi sınıfı ve emekçilerin “tarihsel hak”kı olan devrim hakkının bir tas çorba karşılığı satılmasından başka bir anlamı yok.

“Halkın egemenliğine dayanan gerçek bir demokrasi” hedeflediklerini açıklıyorlar ama bu hedefe asla ulaşılamayacak yolu öneriyorlar:

“Yerel katılım mekanizmalarının işlediği güçlü bir yerel demokrasi.”

Sanki, “1994 DEP olayı” hiç yaşanmamış; sanki “dokunulmaz” sanılan onlarca milletvekili hakim ve savcılar tarafından zindana hiç atılmamış ve atılmaya devam edilmiyormuş gibi; sanki “yerel demokrasi” dedikleri belediye başkanları bir emirle yerlerinden alınıp zindana atılmamış ve yerlerine “kayyum”lar atanmamış gibi!.. Halkın bilinciyle ve hafızasıyla işte böyle alay ediyorlar.

Daha önce de bu köşede yazmıştık, bunların tüm politikaları “yetmez ama evet”ten ibarettir diye. Yakın geçmişte “yetmez ama evet”çiler kişilerle anılırdı. Şimdi parti parti, örgüt örgüt... Bir kaşık mayanın bir kazan sütü kendine benzetmesi gibi, aralarına aldıkları bir kaç “yetmez ama evet”çi de tüm bu çevreleri kendisine benzetti.

Ama talihsizler. Çünkü koşullar, emekçi sınıfları burjuva sınıfla uzlaşmaya değil, kopmaya doğru götürüyor. Çünkü bütün koşullar bir devrime doğru akıyor. Kapacağınız bir avuç parlamenter koltuk da bir işe yaramayacak!

İki ülkenin emekçi sınıfları alternatifsiz değil; onların alternatifi, gümbür gümbür gelen devrimdir!