“Sandıkla Gitmeyecekler” sloganını manşete taşıdığımızda 2017 yılı Anayasa Referandumu vardı gündemde. Seçim dönemi faaliyetimizde iki temel sloganı öne çıkarmıştık: “Mecbur Değiliz” ve “Sandıkla Gitmeyecekler”.

İlle sandığa giderek bir tarafı “seçmek” zorunda olmadığımızı, bu deli gömleğini giymeyi reddettiğimizi, işçi sınıfının ve emekçi kesimlerin kurtuluşunun seçimlerde olmadığını anlatmak için “Mecbur Değiliz” derken; dinci faşist iktidarın (sadece hükümetin değil) seçimlerle gitmeyeceğini ifade etmek için de “Sandıkla Gitmeyecekler” demiştik.

Bu sloganları, tam da geniş bir sosyalist kesimin seçimi varlık yokluk sorunu haline getirdiği koşullarda dile getirdik. Sonuçta seçimler gerçekleşti. Ünlü "mühürüz zarfların YSK tarafından geçerli sayılması" ve daha bir dizi seçim hilesi ve yolsuzluğu neticesinde Anayasa değişikliği kabul edildi. Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmiş oldu.

O gün de yine "tarihsel seçim" deniyordu seçimlere. Bir oyun nasıl her şeyi değiştirebileceği uzun uzun anlatılıyordu. Bugün de aynı şeyler yeniden ve yeniden dile getiriliyor. Sanki 7 Haziran ve hemen ardından kanlı bir yaz dönemi sonucu 1 Kasım seçimleri yaşanmamış gibi; sanki dinci faşist iktidar seçim sonuçlarını elinin tersiyle itmemiş gibi... Cümle sosyal reformistler, uzlaşmacılar, liberal solcular ağız birliği etti ve emekçileri sandığa çağırdı.

Buna rağmen her seçim döneminde emekçi yığınları ısrarla sandığa çağırdı küçük burjuva sosyalizmi. Sahte umutlar yaymaktan bir an olsun vazgeçmedi. “Tek bir oy”un nelere kadir olduğunu anlattı durdu. Ama... 16 Nisan 2017 referandumunda “atı çalan Üsküdar’ı geçti”, 2018 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde “adam kazandı”, 2019 yerel seçimlerinde her tür yasa ve kuralı bir kenara atarak İstanbul’da seçimleri bile yenilendi. Seçimlerde Kürt emekçilerin ve demokrat kesimin “bağrına taş basıp” belediye başkanlığı için oy verilen İmamoğlu başkan oldu. Sonuç?

Sonucun ne olduğunu görmek için artan baskı ve saldırganlığa; adı sanı olan aydın ve sanatçıların bile kovuşturmalara uğramasına; dur durak bilmeyen gözaltı, tutuklama ve yargılamalara; tırmanan kadın cinayetlerine; yaygınlaşan şiddete; belediyelere atanan kayyumlara; HDP’nin kapatılma tartışmalarına; HDP’li vekiller için aralıksız hazırlanan fezlekelere; kayyumlara; en meşru ve masum işçi eylemleri dahil, bütün işçi eylemlerinin ablukaya alınıp engellenmesine, saldırıya uğramasına; kayyum rejiminin üniversiteler dahil yaşamın tüm alanlarına uzanmasına; dinci faşist paramiliter yapıların yayılmasına, ölüm listelerine... bakılabilir.

İktidarın elinde İçişleri Bakanlığı’na bağlı 250 bin kişilik bir polis gücü, 190 bin jandarma, 21 bin bekçi var. Bunlar resmi birimler. Gayri resmi oluşumları, SADAT’ın yönlendirdiği birimleri, çeşitli tarikat çevrelerini, yedi bakanlığın bütçesinden daha fazla bir bütçeye sahip olan “Takkeli”nin Diyanet’ini vb. ekleyin. Sayılamayacak kadar çok olay, olgu, emare, durumun vahametini gözler önüne seriyor. İktidarın yönelimi topyekun faşizmdir, yani Hitlervari bir karanlık faşist diktatörlüktür. Seçimle, sandıkla kuzu kuzu gidecek bir tutum değildir.

O gün bizim “Sandıkla Gitmeyecekler” şiarımıza dudak bükenler çoktu. Bugün ise bizzat burjuva saflarda bile şiarımızın yankılandığını görüyoruz. Bunun son örneği, burjuva gerici gazeteci Can Ataklı oldu. Ataklı YouTube'da “Tayyip Erdoğan seçimle gider mi? Bana göre hayır. Tayyip Erdoğan'ın artık seçimle bu ülkenin başından gitmesi bana pek mümkün görünmüyor. Ne demek seçimle gitmez? O zaman darbe mi olacak? Darbe ihtimalini en en az görenlerdenim. Darbe, hem de bugünün koşullarında darbe yapabilecek kabiliyet yok. Bana göre darbe yapmak çok zor. Tayyip Erdoğan'ın gitmesi için çok büyük bir halk öfkesinin olması lazım. Büyük bir doğal afet, büyük bir deprem, başka bir doğal felaket… Çok büyük sel, çok büyük yangınlar… Hani Avustralya'yı yakan yangın vardı ya o kadar büyük yangınlar, deprem, çok büyük can kaybına yol açacak sel felaketi gibi… Ama en korkutucu olan Türkiye'nin bir askeri başarısızlık elde etmesi.” dediği için hakkında soruşturma açıldı.

Sadece Ataklı değil. İlker Başbuğ hakkında da 27 Mayıs göndermesi yaptı diye hakkında soruşturma açıldı. Başbuğ, “Eğer Menderes, 25 Mayıs 1960 günü Eskişehir’de erken seçim tarihini açıklasaydı, 27 Mayıs askeri darbesi büyük bir olasılıkla önlenebilirdi. Çünkü erken seçim kararı almış bir hükümete karşı bir askeri darbenin gerçekleştirilmesi, açıkça milletin siyasi iradesine de vurulacak bir darbe olurdu.” dediği için yargılanmak istiyor. Başbuğ’un sözü, bir darbe çağrısı mıdır, yoksa iktidarın sandıkla gitmeyeceğinin, hatta seçimlere gitmeyeceğinin çağrıştırılması mıdır, belli değil.

Seçim olur mu, olmaz mı, tartışılır. Ama artık tartışılmayacak bir şey varsa, o da dinci faşist iktidarın seçimle/sandıkla gitmeyeceğidir. Bizzat olaylar tarafından tekrar tekrar doğrulanan 6 yıla yakın süre önce dile getirdiğimiz bu görüş, her geçen gün daha geniş çevrelerin görüşü haline geliyor.