< < Sermayenin Düşü: Bedava İşçi

Pazar yerlerini bilirsiniz. Mallarını satmak için çığırtkanlık yapar pazar esnafı. Ucuz ve kaliteli olduğuna yemin billah eder. “Gel vatandaş, gel... yetiş, kapış kapış”! Nerden esti şimdi bu pazar muhabbeti?

Sermaye sınıfının güzide örgütlerinden İstanbul Ticaret Odası, “yabancı yatırımcıları ülkeye davet etmek için” bir rapor hazırlamış. Adı “Mülk Edinme Rehberi”. Usanmamış, 6 ayrı dilde hazırlamışlar rehberi. Malını satmak isteyen gayretkeş pazar(lama)cı olarak İTO, “Türkiye’de yurt dışı alıcılara özel olarak KDV’siz gayrimenkul satın alma fırsatı sunulmaktadır” diye müjdeler veriyor. Gel, tükenmeden al, KDV yok!

Kuşkusuz mesele bununla sınırlı olsaydı, bu “vergi kıyağı”nı konu edinmemize de gerek olmazdı. Çok daha beteri her gün, her saat yapılan bu türden “vergi kıyağı” ve adam kayırmalar, bu ülke için kelimenin gerçek anlamında vakayı adiye. Üzerinde durmaya gerek bile yok artık.

Fakat... raporda en tevekkülcü işçiyi bile çileden çıkaracak şu ifadenin üstünden atlamak mümkün değil: “Türkiye 10 puan üzerinden 7,35 puan ile nitelikli mühendis bulunabilirliğinde Polonya, Romanya, Çekya gibi ülkeleri geride bırakmıştır. ‘İmalatta saatlik işçi maliyeti’ Türkiye’de 5,6 Amerikan Doları’yken, Almanya’da bu maliyet 47,2 Amerikan Doları’dır.”

Çığırtkan pazarcı ayarında yabancı kapitalistlere sesleniyor İTO: Gel, bak eğitimli, nitelikli işgücü, bizde Almanya’nın sekizde birinden daha az. Orada bir işçiye ödeyeceğinden daha az parayla burada sekiz işçiyi çalıştırabilirsin. Gel, kaçırma fırsatı!

Kuşkusuz işgücü (emek-gücü), alınıp satılan bir metadır. Kapitalizm, emek kapasitesinin belirli sürelerle alınıp satılmasına, yani onun bir meta haline dönüşmesine dayanır. Ki kapitalist üretim sisteminde artı-değer (kapitalist iktisat buna genelde “katma değer” der) tam da meta haline dönüşen bu emek-gücüne dayanır. Kendi değerinin üzerinde değer yaratan “özel bir meta” olarak emek-gücü, artı-değerin (karın) kaynağıdır. Buraya kadar “anormal” bir şey yok!

“Anormal” olan, işçi hayatları cehenneme çevirerek, iktisadi ve iktisat dışı her tür zoru uygulayarak, devlet gücünü en uç noktalara kadar kullanarak değerinin en az birkaç kat altına indirdikleri işgücünü, işçilerin gözüne baka baka haraç mezat satmaya çalışmalarıdır. Hiçbir utanma, çekinme, tedirginlik duymadan “ucuz işgücü” pazarlayabilmeleridir. Hatta meta olan işgücü dolayımı üzerinden bizzat işçinin kendisini pazarlıyor oluşlarıdır!

Bu rapordaki bakış açısı bir “yol kazası” değil. Ne de onu hazırlayan bir gruba has bir şey. Hatırlanacaktır. Pandeminin ilk aylarında, Çin sınırları kapatmış ve tedarik zinciri aksamıştı. Özellikle Avrupa açısından “tedarik zincirinde Çin’in yerini alma” hayaliyle yanıp tutuşuyordu Türk tekelci sermayesi ve onun dinci faşist yöneticileri. RTE “bu bizim için altın fırsat” diye ellerini ovuşturuyordu. TÜSİAD Başkanı Kaslowski “Türkiye açısından ise bulunduğumuz bölgenin Avrupa'ya yakınlığı sebebiyle güvenilir bir kaynak olabileceğimizi ortaya koyuyoruz. Ayrıca, altyapımız açısından, genç nüfusumuz, Ar-Ge'ye yatkınlığımız bizim güçlü yanlarımız... TÜSİAD olarak, önümüzdeki dönemde Avrupa ile olan ilişkilerimizi biraz daha sağlam temeller üzerine kurabilirsek, daha iş birlikçi ve Gümrük Birliği anlaşmasının müzakerelerini tekrar başlatabilirsek, farklı sektörlere de Gümrük Birliği'ni açabilirsek Türkiye'nin önünde çok önemli bir fırsat olduğunu görüyoruz” diyordu.

Hepsinin aklında beliren bu muazzam “fırsat”, hiç tartışmasız Türkiye’nin “ucuz emek cenneti” oluşuydu. O zamandan pazarlamaya başladıkları “mal”, işte bu ucuz işgücü (ve bu dolayımla bizzat işçinin kendisi) idi! Ellerinde fiyatı itibariyle “rekabet gücü” böylesine yüksek bir meta varken, asgari ücret görüşmelerinde işçilere, bir parça da olsa nefes aldıracak bir zam vermeyecekleri aşikar değil miydi? Hangi kapitalist bu “rekabet avantajını” kaybetmek ister ki!

Salgın boyunca yasal hale getirilen ücretsiz izinler, işçiyi günlük 39 TL’ye mahkum etmeler, çığ gibi büyüyen işsizlik, yok paraya çalıştırılan göçmen işçiler... derken, işçi ücretleri üzerinde daha fazla baskı oluşturulduğu açıktı. Asgari ücret görüşmelerine sermaye cephesi bu şartlarda geldi. Adına “asgari ücret komisyonu” denen masada kapitalist kesim 5+5, toplam 10 temsilci ile yer alırken, işçiler, genel olarak uzlaşmacı sendikalardan gelen 5 temsilci ile yer alıyordu. Hep tekrarlanan alışık olduğumuz tiyatro oynandı.

Görüşme öncesinde sendikalar mangalda kül bırakmadı. Esti gürledi. Sonuçta “Türkiye’de yoksulluk yoktur” diyen tuhaf bakan, yeni asgari ücreti açıkladı: 2825 TL. Yoksulluk sınırının, bizzat hükümet taraftarı (yandaş) sendikalara göre bile 7300 lirayı aştığı ülkede, asgari ücret 2825 TL. (Çalışma Bakanı’nın “yoksulluğu bitirme” becerisi böyle bir şey işte!)

Bu kötünün kötüsü asgari ücret açıklamasından sonra Hak-İş artışı olumlu bulurken, diğer iki konfederasyon yine “kabul etmeyiz” yollu “gaz alma” açıklamaları yapıyorlar. Zira işçilerde biriken öfke ve gösterilen tepki çok yoğun. Sendikalar bu öfke ve tepkiyi görerek “çıkış” yapıyorlar, fakat harekete geçmeye hiç niyetleri yok. Burjuva sendikacılık yine emniyet sibobu rolünü oynuyor.

İTO işte bu şartlarda 6 dilde hazırladığı raporla, milyonlarca işçinin açlık sınırının altında ve her tür güvenceden yoksun oluşunu bir avantaj, bir çekim gücü olarak sunuyor.

Ne var ki işçilerde biriken öfke muazzam boyutlara ulaştı. Asgari ücretin açıklamasından hemen sonra sokaklarda, işletmelerde düşünceleri sorulan işçiler, patlamaya hazır bir bomba olduklarını gösteren yanıtlar veriyorlar.

Bu düzeni yıkmanın artık bir asgari görev haline geldiğini her geçen gün daha geniş işçi kesimler bilince çıkarıyor. Kuvveden fiile giden yol, her geçen gün kısalıyor.