Dünyanın en zengin beş isminin kişisel servetleri, Türkiye’nin bir yılda ürettiği mal ve hizmetler toplamına eşit! Büyük tekellerden, şirketlerden bahsetmiyoruz. Kişisel servetlerden bahsediyoruz. En zengin beş kişinin servetinden... Ve özellikle bu beş ismin servetlerindeki “büyük sıçrama” küresel salgın döneminde gerçekleşmiş. Yani sadece son dokuz ayda neredeyse ikiye katlanmış!

Salgın döneminde milyonlarca insan işsiz kalıp açlığın ve salgının kucağına atılırken, bir avuç insanın zenginliği arşa uzanmış. Kuşkusuz bu servetin büyük kısmı, maddi/somut şeyler değil. Ancak “akış içinde” bir anlam ifade eden kağıt yığınlarından ibaret. Bu “akışın” dışında hiçbir güce sahip olmayan, bu “akış” sürdüğü sürece toplam artı-değerden pay alabilen, bir anda tümden gerçekleştirilmeye (realize edilmeye) kalkılsa hiçbir gerçek karşılık bulamayacak olan “likit-değer” olarak var. Ama nihayetinde, günümüz kapitalizminde, toplam toplumsal varlığın (varlık-değerin) büyük bir kısmı, bir elin parmaklarını geçmeyen kişinin elinde toplanmış bulunuyor.

Uçurum korkunç. Gerçekten korkunç. Yukarıda bahsettiğimiz ilk beş kişiye, onların ardından gelen beş kişiyi daha eklerseniz, yani iki elin parmakları kadar insanın servetini ele alacak olursanız, sadece bu on kişi, dünyanın “on altıncı büyük ekonomisi” oluyor! Tekrar edelim. Burada kişisel servetten bahsediyoruz.

Krizlerin temel özelliklerinden biridir bu. Sermaye (ve bununla birlikte servet) merkezileşmesi hızlanır. Geniş kesimler tam bir yıkıma uğrarken, verili zenginliğin daha az ellerde birikmesi eğilimi olağanüstü bir şekilde ivme kazanır. Bu yüzdendir ki krizler, “aynı gemideyiz” sahtekarlığının en net ortaya çıktığı dönemlerdir. Kriz, asla “herkesin krizi” haline gelmez. O, daima geniş yığınlar (ve burjuva sınıfın, özellikle küçük sermaye sahibi kesimler) için gerçek bir yıkım; bir avuç azınlık için olağanüstü bir zenginleşme/büyüme dönemidir. Kapitalist düzenin tüm tarihi, sermayenin bu yasasının gittikçe hızlanan bir şekilde işlediğini göstermektedir. Bu uçurum, bu çelişki, bu saçmalık taşınabilir değil.

Benzer bir durum “Türkiye’nin en zenginleri” listesinde de mevcut. Listede yer alan aile veya kişilerin servetleri, salgın döneminde, katlanmadıysa da hatırı sayılır artış göstermiş. Aynı dönemde insanlarımız işsizlik ve açlıktan intihar etti; milyonlarca insan yokluğun, mutlak bir açlığın eline atıldı. Aşağıdakilerle yukarıdakiler arasındaki uçurum sürekli büyüyor.

Diğer yandan her kriz dönemi büyük değişikliklerle birlikte gelir. Er ya da geç, bir “çıkış yolu” bulunur. Emekçiler tarafından “yıkılmadıkça yıkılmayacak olan” hükümet, iktidar, devlet... bir yerlerden alıp bir yerlere vererek, elbet bu “zor dönemlerin” atlatılmasını sağlar. Bu yüzdendir ki kriz/bunalım dönemleri, hükümetlerin ve iktidarın sınıf niteliğinin en net göründüğü dönemler olur.

Gerçi bizde hükümetler her daim kendi sınıfsal renklerini bolca sergilerler. Malum. Neredeyse süreklilik arzeden bir kriz ve sert sınıf mücadeleleri, bu ülkenin olağan halidir. Hal böyle olunca, “sermayenin ortak komitesi” olarak hükümetler, hemen her fırsatta sınıf karakterini açığa vurmak zorunda olurlar.

Tüm bu genellik içinde mevcut dinci faşist iktidar ve onun tüm hükümetleri, sınıf karakterini açığa vurmada açık ara birinci gelir. Meşum “merhum” Özal döneminden bile daha pervasız, daha saldırgan, daha gizlisi saklısı olmayan sermaye iktidarı (ve hükümetleri) olduklarını hemen her gün görmekteyiz. Bunda sistemin krizinin/bunalımının derinleşmesi ve sınıflar savaşımının tarihsel bir süreklilik içinde sürekli sertleşmesi önemli bir etkense, aynı şekilde bizzat bu iktidarın kişilerinin ve ilişkilerin özellikleri de bir diğer önemli etkendir.

Yalnızca sürüp giden asgari ücret tartışmalarına bakmak bile, dinci faşist iktidarın gelmiş geçmiş en acımasız emek düşmanı iktidar olduğunu göstermeye yeter. Ya da Meclis’teki “kuru ekmek tartışmalarının kahramanı” olan sermayedar vekilin göstermelik bir vicdandan dahi yoksun olduğunu sergileyen tavrını anmak da kafidir. Veya “Çalışma Bakanı”nın “Türkiye’de yoksulluk yok” sözü...

Bunlar apaçık olgulardır. Her gün üst üste yığılan sayısız olgular hem de. Ve işçiler, emekçi yığınlar, bizzat yaşamın içinden, bu tür olguların kendisinden öğrenirler. Açlık sınırında değil, ölüm sınırında yaşamaya mahkum bırakılmasını aklının ve vicdanının terazisine vururlar. Bu yüzden, yaşanan her sarsıcı olay ve bu olaylar üzerinden gerçekleşen tartışmalar, emekçilerin kapitalist düzeni daha köklü sorgulamalarına ve böylece bilinçlerinde ve yönelimlerinde değişimlere yol açıyor.

Pandemi, tüm bu sorgulamaları tek bir potada birleştirdi. Bilinç sıçraması yaratmakla kalmadı, bu oluşan yüksek bilinci de genelleştirdi. “Bilinç”ten sadece kitabi sosyalist şiarları anlayan kesimlerin sandığının aksine, işçi sınıfı ve bu son büyük yıkımla birlikte mecazi değil doğrudan anlamıyla yaşamdan kovulan ara katmanlar, düzeni yıkacak bir düzeye ulaşmış durumdalar. Dinci faşist iktidar, hükümet, devlet yöneticileri... hepsi hemen her gün yaptıkları açıklamalarla, aldıkları kararlarla, çıkardıkları yasalar ve yayımladıkları genelgelerle emekçilerdeki bu bilinç düzeyini geliştirmekten ve genelleştirmekten başka bir şey yapmıyor.