Lenin bir yerde, ancak “parlamenter ahmaklık hastalığına yakalanmış olanlar seçim sonuçlarının grev istatistiklerinden daha önemli olduğunu düşünür” diyor. Üstelik Lenin, istatistiklere yatkınlığıyla bilinir. Seçim sonuçlarının istatistikî verileri üzerine Lenin kadar çok kafa yoran başka bir Marksist bulmak pek kolay değildir. Ve işte o Lenin, yukarıdaki sözü söylüyor. O yüzden üzerine iki defa düşünmek gerekir.

Marksizmin ustaları seçimleri işçi sınıfının olgunluğunu ölçme aracı olarak görmüş, bu anlamda seçim sonuçlarına her zaman hak ettiği ilgiyi göstermiştir. Ama asla “genel oy”u, sandığı, parlamentoyu sokağın önüne koymamışlardır. Asla bu araçlar üzerinden emeğin kurtulacağı hayalini dile getirmemişlerdir. Hatta “köklü demokratik kazanımlar” için bile seçimlere ve parlamentoya bel bağlamamışlar, bu kurumlara (dilerseniz, bu araçlara) böyle bir görev atfetmemişlerdir. Buna rağmen dünyanın her yanında ve “kapitalist demokrasinin” her döneminde parlamento ve seçimlere olmadık önem atfeden budalalar olagelmiştir “Marksist” saflarda!

Lenin’in devrim öncesi siyasal hayatının önemli bir bölümü kendini anayasal ve parlamenter hayallere kaptıran, işçileri sermayenin liberal kesiminin kuyruğuna takmaya çalışan oportünist ve reformistlerle mücadeleyle geçti. Somut koşulların incelenmesi gerekli kıldığında “en geri sendikalarda, parlamentolarda bile çalışmak” anlayışını savunan Lenin açısından seçimler ve parlamento “yığınları aydınlatmak, mücadeleye çağırmak, örgütlenmelerine yardımcı olmak, en geri kesimlere bile seslenebilmek” için etkili araçlar olmanın ötesine geçmedi. Seçimlere katılmak Partinin açık alan faaliyetinin önemli bir aracı oldu kimi zaman. Ama asla bizim ham kafalarımızın düşlediği “demokrasiyi kurma/kazanma” işlevine sahip olarak değerlendirilmedi.

Marksizmin abc’sidir. Proletarya burjuva devlet aygıtını ve siyasal iktidarı ele geçirip kullanarak ilerleyemez. Onu tümden havaya uçurmak zorundadır. Bu yüzden de hiçbir Marksist seçimleri kazanıp parlamenter yoldan sosyalizme ilerleneceğini düşünmez. Seçimleri ve parlamentoyu yukarda değindiğimiz şekliyle ele alır.

24 Haziran seçimleri öncesinde emekçi yığınları bir “olmak ya da olmamak” ikilemi üzerinden oy vermeye çağıran, seçimi ölüm-kalım sorunu haline getiren, “zafer veya korkunç bir yenilgi” alternatifleriyle onların bilincini “sandık’a sıkıştıran”, “sandıkla gönderebiliriz” iddiasıyla “bir oyla her şey değişir” diyen… sosyal reformistler, seçim sonrasında, kendi yarattıkları tablonun altında kaldılar. Bir yandan “barajı aştık” çığlıklarıyla zafer kutlaması yaptılar, öte yandan engelleyemedikleri “tek adam rejimi” ile baş başa kaldılar. Yarattıkları hava, seçim sonuçları itibariyle, geniş kesimlerde “bir daha oy vermem” kırılmasına yol açtı. Böyle kırılma yaşayan ve “bir daha asla” diyen kesimlerin gelecek seçimlerde oy verip vermeyeceğinden bağımsız olarak dikkat çekmek isteriz ki, bu durum, mevcut şartlarda, parlamenter ahmaklığın ve yasal/anayasal hayallerin yıkıma uğramasıdır. Henüz bilinç düzeyine yükselmemiş bir kopuştur. Ya da daha doğru bir ifadeyle, bir kopuş sürecidir. 24 Haziran sürecinin en önemli kazanımlarından biri budur.

Bu kopuş sürecini oportünizme, sosyal reformizme darbe olarak görmek gerek.

Yığınsal anlamda yasal/anayasal hayallerin etkisini kaybedişi, devrimin önüne muazzam bir hareket alanı çıkarıyor. “her tür araç ve yöntemle bu geniş yığınları devrimin kararlı orduları arasına kazanmak içinde bulunduğumuz dönemin öncelikli görevidir. Üstüne basa basa yinelemek gerek: her tür araç ve yöntem!

Emeğin geleceğini parlamentonun dört duvarı arasına sıkıştırmaya çalışanları her adımda teşhir etmek, eleştirmek gerek. Aslolan işçi sınıfının, yoksul Kürt halkının, emekçilerin dışarıdaki mücadeleleridir. Sokakta, atölyelerde, fabrikalarda, iş yerlerinde, mahallelerde… emekçilerin doğrudan etkinliğinin ifadesi olan örgütsel araçların yaratılmasıdır. Bıkmadan, usanmadan bunları anlatacağız. Tüm gücümüzle kurtuluşa giden parlamenter olmayan yolu göstereceğiz. Evet üstüne basa basa bunları göstereceğiz. Bugün “Augias ahırına” girdikleri için zafer naraları atanlar, kişilikleri ve niyetleri ne olursa olsun, yanlış yoldalar. Sınıfa ve emekçi yığınlara yanlış bilinç taşıyorlar. Boş hayaller görüyorlar ve bu hayalleri yaymaya çalışıyorlar.

Sosyal reformistleri her zaman ve sürekli eleştirmeliyiz ama eleştiri her zaman bilimsel olmalıdır. İkna etmeye dönük olmalı. Tüm tartışmalar, her tür ortamdaki konuşmalar bu perspektifte yapılmalı. Aksi halde sadece kendini tatmin aracına döner. Amaç hasıl olmaz.

Sinan Kaleli