Çekirge sürüsü gibi her yanı istila eden olağanüstü baskı, bazen devrimci bakışı da etkiliyor. Bu koşullar altında gerçekleşen büyük kitle eylemleri (8 Mart, Newroz) bile, yalnızca “moral kazandırıcı” niteliğiyle ifade ediliyor. Darlık burada; baskının öte yanında biriken öfke ve cüret yeterince değerlendirilemiyor; baskının tekelci sermaye hegemonyasını nasıl çürüttüğü, yöntemlerini ıskartaya çıkardığı ve nihayetinde devrimci sınıflara tek çıkış yolu bıraktığı anlaşılamıyor.

Darlık, olağandışı baskı altında boş hayallerden beslenir. Pek çokları, her yanı istilaya soyunan baskının nedenini, dinci-faşizmin ittifak kurduğu partinin ipine sarılmak zorunda olmasıyla açıklıyor; hani olur da bir gün hükümet partisi Kürtlerin desteğine ihtiyaç duyar, o zaman bu baskı sona erer hayalleri kuruluyor. Başkaları, ekonomideki çıkmazlar yüzünden hükümetin AB çıpasına tutunmak zorunda kalacağı hesabı yapıyor; aynı parti 2004-2010 arası, pespaye reformizmin “yukarıdan devrim” ahmaklığına düştüğü o pratiği bir kez sergilemişti, yine yapar!? Diğer bir grup hayalci ise, hükümetin savaş politikalarında daha fazla ileri gidemeyeceği, bağımlı olduğu emperyalist dünyanın bu baskı ve savaş adımlarına bir noktadan sonra izin vermeyeceği rüyalarıyla avunuyor.

Ve gerçekler: Dinci-faşist baskı, sarıldıkça, sertleşen, kuruldukça serbest kalışı o denli tehlikeli hale gelen bir zembereği andırıyor. Her baskı hamlesi, bir sonrakini hazırlıyor; baraj yükseldikçe gövdedeki en ufak çatlak çok daha tehditkar görünüyor. Zembereği kontrollü biçimde boşaltan mekanizmalar baskı dalgaları altında eriyor. Geriye, bu zembereği kırılacağı noktaya dek sıkmaktan başka bir yol kalmıyor.

Zembereğin sıkışma momentini sürükleyen olgu, dinci-faşizmin yürütme erkini bırakmamaya yazgılı oluşudur; yürütme erkinden düştüğü gün, yeniden “hiç bir şey” haline geleceği gündür. Türk sermaye sınıfının yetmiş yıldır sürdüregeldiği oyunun kuralını bozdu dinci-faşizm. Oyun şöyleydi: Yürütme erkinde yıpranan sermaye partisi, sandıktaki hesaplaşmanın ardından, muhalefetle yer değiştirirdi. Ve bu kez, muhalefet koltuklarında günahlarını unutturacak zemini yakalardı. Demirel, bu oyunun mükemmel bir icracısıydı; muhalefetteyken öylesine suret-i haktan konuşurdu ki, bu celladın kırbacından bolca nasiplenenler bile “iki darbe daha yese, Demirel komünist olacak!” derlerdi. Yetmiş yıllık burjuva oyunu, başarısının bir kısmını, ahmaklığa doymayan reformizme ve oportünizme borçludur. Hemen her konuda bahsi “Hesap Sormak”tan açarak el yükselttiğini sananlar, devrimi belirsiz geleceğe erteleyen söz ve pratikleriyle, burjuva hükümetlerle politik hesaplaşma sahasını, her zaman seçim sandıklarına terk etmişlerdir.

Zembereğin zembereğini sürükleyen unsur dinci-faşizmdir, fakat belirleyen unsur, tam ilhaktır. Yani, aynı koşullar altında yürütme erkinde eğer CHP olsaydı, tüm ateşiyle “tek adam, saltanat” oklarının hedefindeki parti onlar olacaktı. Çünkü, tam ilhakla birlikte, sanayi, ticaret, finans ve maliyenin ana kumandası emperyalist pazarlar ile bütünleşmiştir. Gümrük hadleri, faiz ve döviz kuru ve buna benzer pek çok belirleyici mekanizma, yürütme erkinin denetimi dışında kalmıştır: tam ilhaka uyum sağlayabilen en büyük tekelci sermaye gruplarının, yürütme erkinin politikasından etkilenmesi minimuma indi. Bu nedenle, tam ilhakı yaşayan bağımlı ülkelerdeki hükümetler, geriye kalan rant alanlarından ve bu alandan beslenip palazlanan sermaye gruplarına dayandılar. Ne var ki, bu rant alanları, sanayideki gibi üretim ve piyasa hakimiyetine değil, iktidarda olma tekeline yaslanır. Bu yüzden, hükümet koltuklarının kaybedildiği gün, hem o partinin hem de beslediği sermaye gücünün sonu gelmiş demektir. Dinci-faşizmi şimdi, bu denli çılgın bir kararlılıkla, yürütme erkini muhalif sermaye partisine bırakmama inadı, tam ilhaktan kaynaklanıyor. Denebilir ki, tam ilhak Türk tekelci sermayenin onlarca yıllık egemenlik araç ve yöntemlerini ıskartaya çıkartan esas etmendir.

Böylece, sonu gelmeyen bir zemberek çalışmaya başlıyor: yıpranıp miadı dolan tekelci parti, koltuklarını bırakmıyor; yıpranışı hazırlayan öfkeli kitleler sandıkları bir değişim umudu olarak görme imkanını kaybediyor. Mevcut hükümete duyulan öfkenin kabarışı, ancak yürütme erkinin zorlamasıyla yükseltilen baskı altında kontrol edilebiliyor. Fakat zemberek burada bir sonraki safhaya geçiyor: Baskının hoşnutsuz her kesime yayılması, kutuplaşmayı ivmelendiriyor ve “doruk bunalımı” ile ifade edilen olguyu yaratıyor. Muhalefet koltuklarındaki sermaye partileri, bu kutuplaşma ortamında hoşnutsuz yığınların radikal arayışlarının önüne set çekebilmek için, “sert muhalefet” görüntüsü ile kitlelerin karşısına çıkmak zorunda kalıyor; ve bu da bizzat devlet aygıtı içinde çeşitli düzeylerde çatlaklar meydana getiriyor.

Dinci-faşizm, her gördüğü çatlağı kendi erkine karşı ölümcül bir tehdit olarak algıladığı (ve sahiden de böyle olduğu) için, çareyi yalnızca baskıyı daha da arttırmakta bulabiliyor. Ve zemberek bir kez daha katmerleniyor. Hitler’e özenen, fakat Hitler gibi arkasına kabına sığmaz muazzam bir sınai gücü değil, hepi topu bir dizi balondan ibaret ekonomik yapıyı alabilen dinci faşizm, baskının her şeyden önce ekonomik bir olgu olduğunu unutuveriyor. Zembereğin kanatları altında sıkışan balonlar bir bir patladıkça, ortaya çıkan yeni kutuplaşma sahalarını, doruk bunalımının yeni kanallarını kapatabilmek, yine ancak baskıyı arttırmaktan geçiyor. Bu böyle sürüp gidiyor. Ta ki, zemberek, ya onu tutan eli kırıp çılgın bir devinimle boşalacak, ya da kendisi kırılacak.

Daha açık konuşmak gerekirse, zembereğin tehlikeli bir devinimle boşalması, Tunus-Mısır benzeri bir devrim süreci anlamına gelir. Bunu da, tekelci sermayenin, yürütme erkini bırakmamakta ısrar eden partiyi feda ederek, kendi hegemonyasını sureti haktan görünen temsilcileri aracılığıyla kurtarmayı deneyeceği apaçık. Sorun şu ki, baskıyla ivmelenen kutuplaşma, tekelci muhalif partilerin yelkenlerini doldurmuyor. Aksine, zora dayalı devrim, yani nefret edilen bir hükümetle politik hesaplaşmayı sokakta arayanların sayısı artıyor. Bu yüzden tekelci sermaye, kendi hegemonya alanını daraltan ve çürüten baskının daha da ilerlemesini, tek çare olarak görmeye devam ediyor. Diğer olasılık, zembereğin kırılması ise, 15 Temmuz’da yalnızca fragmanını gördüğümüz uzun ve kanlı bir iç hesaplaşmadır. Tıpkı Yemen’de yaşandığı gibi. Buna ilişkin şu işaretin altını çizebiliriz: Afrin’e bayrağın çekildiği gün “TSK içinde beş bin fetöcü” haberleriyle, zaten işlemeye başlamıştı.

Her iki durumda da, kazanan devrim olacaktır. Çünkü, pek çoklarının sadece “iyi moral oldu” deyip geçiverdiği, oysa gerçekte iyice kızışan yağın yüzeyine sıçrayan kabarcıkları ifade eden 8 mart – Newroz gibi önemli kitlesel çıkışlar, dinci-faşizm karşısında cüretli ve kararlı bir tutum alan milyonların habercisidir. Onlar hiç bir zaman dinci-faşizmle uzlaşmadılar. En köklü ve acil sorunlarının çözümünü mevcut hükümetten beklemiyorlar. Travmatik ölçülere varan baskı, yığınların iktidarla bir noktada uzlaşabilecekleri kanalları kapatıyor. Sessiz ve dişini sıkarak beklemenin fırtınayı atlatmaya yardımcı olmadığı, baskının kapı altlarından süzülüp kimse için “güvenli alan” bırakmadığı o noktaya doğru hızla ilerliyoruz. Şimdilerde, ezilen, sömürülen, mevcut hükümete hoşnutsuzluk duyan her kesim, nihayet sıranın kendilerine geldiğini biliyor.

Uzun iç-savaş boyunca, baskının ve mücadelenin her çeşidini deneyimleyen devrimci yığınlar, dinci faşizmin kibirli güç gösterisine hiçbir zaman kanmadılar. Henüz politikanın acemisi olanlar ise, daha dün uyandıkları politik yaşamlarında, ciddi ve hayati tehditlere maruz kalıyorlar, üstelik ekonomik yıkımın vaat ettiği açlık tehlikesi, tüm meselelere bir “aciliyet kodu” kazandırıyor. Bu yığınlardan hiç kimse “alışıldık” tepkiler beklemesin: milyonların karşı hamlesi sıradan olmayacak: Ne sandıklara bırakacaklar esas hesaplaşmayı, ne de salt protesto yoluyla kaybettiklerini geri kazanma umudu taşıyacaklar. Son dönemde sözünü kanla mühürleyen proleter öncü; bu yeni dönemi karşılayabilecek şiarlara sahip tek güçtür, bundan kimsenin kuşkusu olmasın.

Şiar Coşkun