2021 yılı itibariyle emekçiler içinde TL’nin $ karşısında değer kaybetmesiyle, katlanan faturalara, ardı ardına gelen zamlara karşı vb. kendiliğinden bir eylem dalgası başladı. Önce tek tük ufak tefek gruplaşmalar ile dile getirilen tepkiler, sosyal medya üzerinden birleşen ve sokağa yansıyan bir ayaklanma havasına dönüştü.

2022 Ocak ayı itibariyle bir grev dalgası zincirlerinden boşalarak onlarca iş kolunda binlerce işçiyi içine çekerek, kapitalist sınıfın karşısına dikildi. Pek çok sektörde sendikasız ve kimi sektörlerde patronlara çalışan sendikaların engelleme çabalarına rağmen, işçiler kendi örgütlenmelerini sağlayarak eyleme geçtiler. Bu eylemler bittiğinde sendikaların bulunmadığı iş kollarında işçiler birliklerini dağıtmadılar. Aynı sektörde aynı firmaya çalışan farklı farklı illerde bulunan işçiler, kendi aralarından temsilciler seçerek, eylem sonrası yaşanacak süreci de takip edecek bir kontak kurdular.

İşçi ve emekçiler bu grev dalgası sürecinde, pek çok iş kolunda önceki dönemlerle kıyaslanamayacak kadar yüksek oranlarda zamlar aldılar. Yalnızca birkaç aylık sürede onlarca iş kolunda on binin üzerinde işçinin katıldığı eylemlerin hatırı sayılır bir bölümü kazanımla sonuçlanırken, istedikleri sonucu alamayanlar da mücadele etme kararlılığını ortaya koydular.

Büyük bir moral güç yaratan bu kazanımların üstünden daha birkaç hafta bile geçmeden, temel ihtiyaç ürünlere yapılan zamlarla, bu “yüksek zam”lar büyük oranda eriyip gitti.

Emekçiler daha elde ettikleri başarıların coşkusunu yaşayamadan, rahat bir nefes alamadan kazanımlarının bu kadar kısa bir sürede eriyip gitmesinden şaşkınlığa düştüler. Bütün bunların neden olduğu ve bu kör dövüşünden çıkabilmek için ne yapmak gerektiği sorusu her emekçinin kafasında cevap arayan sorudur.

“Eski çamlar bardak oldu” diye bir atasözü vardır. Bir şeyin zaman içinde yaşadığı önemli değişimleri anlatır. Bu ister bir çam olsun, ister bir sistem fark etmez, kendi içinde bir gelişme süreci ve her gelişme sürecinin de bir “son”u vardır. 90’ların başından itibaren tam ilhak süreci ile Türkiye ve Kürdistan’ın tüm zenginliği uluslararası tekeller ile onların yerli işbirlikçilerine aktarıldı. Tüm toplumsal, kamusal zenginlik toprağından suyuna kadar onların malı haline getirildi. Gevşek gevşek gülerek “sata sata bitiremedik, meğer ne komünist ülkeymişiz” dedikleri ‘deniz’ de bitince geriye vergiler ve düşük ücretler yoluyla, fahiş ürün zamları yoluyla iliğine dek sömürülecek işçi ve emekçiler ‘denizi’ kaldı.

Şurası açık ki, Türkiye ve K.Kürdistan’da her an genel bir ayaklanma bekleniyor. Öyle ki Mayıs ayında Sri Lanka’da ayaklanma başladığında uluslararası basında ‘biz Türkiye’den bekliyorduk, Sri Lanka’da oldu” haberleri yayıldı. Aralık-Ocak-Şubat aylarında sınıf hareketinin zincirlerinden boşalarak geniş kitleler halinde sokağa akmasından korkan kapitalist sınıf bu yangını daha minik bir alev iken söndürmeye girişti. İlk refleks olarak metal sektöründe çalışan işçiler uzun bir süreden sonra ilk kez bu kadar yüksek ve hızlı zamlar aldılar. Arkasından ilk greve çıkan fabrika ve işyerlerinde birkaç gün içinde ciddi kazanımlar oldu.

Daha yeni Kazakistan’da silahlı işçilerin siyasal iktidarı almak için ayaklandığını ve neredeyse de alacağını gören ve bundan ödü kopan kapitalist sınıf, işçi sınıfının ve emekçilerin birleşik güçlü bir devrimci hareket oluşturmasının önüne geçebilmek için her şeyi yaptı. Farplas işçilerine düşman kuvvetlerine saldırır gibi vahşice saldırırken, diğer yandan özellikle de üretimin ana sektörlerinde ciddi ücret zamlarını kabul ederek dalgayı yatıştırmaya çalıştı. Klasik bir havuç sopa politikası. Nasılsa ücrete verilen zam, vergiler ve temel ihtiyaç ürünlerine yapılan zamlarla rahatlıkla tekrar patronların kasalarına akıtılabilirdi. Hele kritik bir seyir izleyen “bu an” geçsin, nasılsa çizgiyi aşan öncü kesimlerin de iflahı kesilirdi.

Sonuçta dalganın önüne geçilir geçilmez, yüksek zamlar dolaylı yollarla hızlıca geri alındı, öncü işçiler işten atıldı, kara listelere alındı, her türlü örgütlü harekete ciddi bir baskı yapılarak dağıtılmaya çalışıldı. Ekonomik savaşımda alınan yol bir adım ileri iki adım geri oldu.

Buna rağmen işçi sınıfı ve emekçiler içinde, insanca koşullarda, insanca bir yaşam için güçlü bir mücadele isteği her yerde boy vermiş durumda. Bunun için örgütleri bile beklemiyor, kendiliğinden örgütlenmelere girişiyor, deneyim alıp deneyim aktarıyor.

Ortada kavgaya girişmiş bir sınıf, mücadele eden işçi sınıfı ve emekçiler var. Var ama bu mücadele öylesine kendiliğinden, sadece ekonomik kazanım odaklı, ekonomik mücadele çerçevesinde yapılırsa, işçi ve emekçiler aldıklarını öyle hızlı bir biçimde kapitalist sınıfa kaptırırlar ki şaşırıp kalırlar.

“Körler elleriyle yürür” diyor bir filozof. İşçi sınıfı ve emekçiler, ihtiyaçları olan “göz”ü politik mücadelede bulacaklar. Politik mücadele ücretli kölelik sistemi olan kapitalist sistemin yıkılmasını ve yerine işçi ve emekçilerin demokratik halk iktidarını kurmayı, fabrikaların tarlaların ve siyasi iktidarın yani tüm büyük üretim araçlarının ve toplumsal zenginliğin işçi ve emekçilerin olmasını hedefleyen mücadeledir.

İşçi sınıfı en devrimci en mücadeleci sendikalarla bile sömürüyü ortadan kaldıramaz. Ekonomik mücadele patronla sömürü düzeyinde bir pazarlık iken politik mücadele sömürünün tamamen ortadan kaldırılması amacını taşır. Buradan ekonomik mücadelenin gereksizliği sonucu çıkmaz tabii. Aksine sınıfın en geniş birliği için mücadeleci sendikalar gerekli ve önemlidir. Bununla birlikte, sert bir sınıf savaşı için oldukça yetersiz kalırlar. Bu nedenle ekonomik mücadele ile politik mücadelenin birlikte yürütülmesi, politik mücadele bilincinin geliştirilmesi hayatidir. Ekonomik mücadele politik mücadele ile birleştirildiğinde işte o zaman işçi ve emekçiler gerçekten kazanmaya başlayacaklar.

Ekonomik mücadele ile politik mücadelenin birliğini ise işçi sınıfı ve emekçilerin en yaygın biçimde kurması gereken komite ve konseyler sağlayacaktır. Komite ve konseyler, işçi sınıfı ve emekçilere politik bilinci taşırken yanı zamanda işçi ve emekçilerin kendi iktidarlarının dayanacağı yürütücü ve kurucu politik mücadele organları niteliğindedir.

Bu komite ve konseyler en yaygın biçimde kurulmadan, geniş çaplı devrimci sınıf mücadelesi yürütülemez. Üstelik sadece bu komiteleri, konseyleri sadece işçi sınıfının değil, kapitalist sistemin uçuruma sürüklediği proletaryanın müttefiki olan sınıflar da en yaygın biçimde kurmalıdır. Kapitalist sınıf karşısında güçlü birleşik, etkili bir mücadele bu işin abecesi gibidir. DHİ bu komite ve konseylerin politik mücadeleyi toplumun tüm ezilen sınıflarına taşıması ve bu sınıflar arası birleşik mücadeleyi sağlayan politik mücadelesi üzerinde yükselecektir. İşçi ve emekçiler komite ve konseyleri en yaygın biçimde kurmaya giriştikleri anda önlerini de görecek, iktidarın fethine doğru yol almaya başlayacaklar.

Aybel Gül