Türkiye ve Kürdistan açısından içinde bulunduğumuz tarihi süreci doğru bir şekilde analiz edebilmek için Lenin'in bir yüzyıl önce yapmış olduğu uyarının üzerinde önemle durmak gerekiyor : "Politik olaylar zincirini bütünlüğü içinde sonuçlarıyla inceleyerek kendimizi daima kontrol etmeliyiz"... AKP'nin 14 yıl süren iktidarı döneminde olan biten/ bitmeyen her şey, bir nevi devleti ele geçirmek için verilen kıyasıya mücadeleyle özetlenebilir.

Uzun iç-savaş boyunca kurulan ve dağılan hükümetlerin haddi hesabı yoktur. Hepsi de bir şekilde "devlet politikası" denilen şeyi hayata geçirmeye çalıştılar. "Hükümetlerin ve partilerin gelip geçici, baki olanın devlet olduğu" kabulüyle hareket eden tüm hükümet ve partiler, aralarındaki bütün farklılıklara rağmen, son tahlilde, devletin bekası için icraatta bulundular. Ancak, AKP öncesi tabloya baktığımızda karşımızda dağılmaya yüz tutmuş, çöktü çökecek bir devlet aygıtı bulunduğunu görebiliriz. Onyıllardır devam eden savaşımın devleti nasıl bir çöküşün eşiğine getirdiğini görmek için parlamentonun bir hükümet çıkaramayacak duruma düştüğü 90'lı yılların sonunu hatırlatmamız yeterli olacaktır.

Peki AKP'nin iktidar olmasıyla ne değişti? Burjuvazinin son umut olarak sarıldığı bu parti, öncekilerden farklı olarak, dinci tarikatlara dayanarak, devletin bütün kademelerini dinci faşist kadrolarla doldurdu. Devletin dağılan veya dağılmaya yüz tutmuş kurumları yeniden ve dinci faşist temelde yapılandırıldı. Karşı-devrimin kitle tabanı, devletin maddi, yasal ve başka her türlü olanağı kullanılarak yeniden örgütlendirildi ve aktif hale getirildi. Devrim, tüm güçleri saflaşmaya, safını belli etmeye zorladıkça devletin “tarafsız” şalıyla kendini gizleyen kurumları üzerlerinde eğreti duran örtüyü attılar ve karşı-devrim saflarındaki yerleri açık ettiler. Ordusundan polisine JÖH’ünden PÖH’üne ne bütün militarist faşist kurumlar bu dinci partinin arkasında savaş pozisyonuna girdi.

Gelinen aşamada faşist devlet açısından AKP iktidarı, neredeyse vazgeçilmez bir hal aldı. Dahası, belki "tarihin acı alay"ı ama uzun iç-savaşta dağılmaya yüz tutan devlet aygıtı, bir kişinin etrafında toplanmaya çalışıldı. Ve bu kişi, kendi özelliklerinden bağımsız olarak, bir anda şaşılası bir öneme haiz oldu. Öyle ki, çıkıp "rejim fiilen değişmiştir" dedi ve kimseden karşıt bir ses, en azından "ne oluyoruz" sorusu dahi çıkmadı. "Ben gidersem devlet yıkılır" dedi ve sanki öylesine söylenmiş bir söz gibi üzerinde duran olmadı. Oysa, bütün bunlar bir gerçekliği ifade ediyordu. O, "kendi kişiliğini düzenin davası ile özdeşleştirir görünerek, düzenin davasını kendi kişiliği ile özdeşleştiriyordu". TC devleti, bir varlık yokluk sorunuyla karşı karşıyaydı ve ancak gözü dönmüş sıradan bir kişinin arkasında mevzilenerek ayakta durabilirdi.

Bu olay, "..meydana gelişinden uzun zaman önce gölgesini önüne düşür"müştü. "Sıradan ve kaba bir adamın kahraman gibi görülmesi" tarihte ilk defa rastlanan bir olay değildi. Ancak böyle bir olayın yaşanması için olağanüstü şartların oluşmuş olması gerekiyordu. Türkiye ve Kürdistan'da bu olağanüstü şartların oluştuğunu gösteren bir çok gelişme yaşandı. Bir devrimin daha somut ve güncel bir hal aldığı dönemde, en kritik anlarda en kritik kararların bir kişinin ağzından verilmesi yaşamsal önemdeydi ve "fiili başkanlık" ile bu belli oranlarda sağlanmış oluyordu. Artık, yargı adına da yasama adına da, yürütme adına da karar verecek birisi vardı ve "herkes istese de istemese de bu duruma alışacaktı".

Daha önce devletin faşist olduğunu bilen ancak, tam olarak nerde somutlaştıracaklarını tam manasıyla kestiremeyen yığınların artık işi kolaylaşmış oluyor. Faşizme karşı tepki duyan ve öfkeyle dolu olan yığınlar, bundan sonra tepki ve öfkelerini nereye yönelteceklerini daha rahat seçebileceklerdir, ki zaten bu süreç Gezi Ayaklanması ile birlikte başlamış bulunuyor.

Marx'ın, Louise Bonaparte için yaptığı bir değerlendirme bugüne ne kadar da uyuyor: "Bu kirli kişi, kendisine gittikçe daha çok gerekli adam niteliği veren nedenler üstünde kuruntulara kapılmaktaydı. Kendi partisi Bonaparte'ın giderek artan önemini koşullara yükleyecek kadar bir zeka belirtisi gösterirken o, bu önemini yalnız adının büyüleyici erdemine ve yaşam boyu Napoleon'un karikatürü oluşuna borçlu olduğuna inanıyordu".

Şimdi bunlara bir de yeni anayasa yapım sürecini ve şu el yakan dokunulmazlıklar meselelerini ekleyin; durumun TC devleti açısından nasıl içinden çıkılmaz bir hal aldığını daha iyi göreceksiniz. Bir adamın arkasına sığınan burjuva cenah, onun muhtarlar toplantısında yaptığı konuşmalarla durumu kurtarmasına bel bağlamış durumda! "Elbetteki burjuvazi, yığınların ahmaklığından ancak tutucu olarak kaldıkları sürece korkabilir, zekalarından ise onlar devrimci olur olmaz korkmaya başlar". Durum tamı tamına böyle!

Bugün yığınların karnını (ya da aklını) büyüklere masallar ile doyurmak mümkün değil; milyonlarca insan gözlerinin önünde olanı biteni görüyor. Bütün bunlar, sosyal paylaşım sitesinde "Bak 'Binali' deyince binecen 'in Ali' deyince inecen" şeklinde espriler halinde dolaşıyor. Milyonlarca insan bugün içinde yaşadıkları koşulların günden güne daha da kötüye gittiğini, "yurtta savaş dünyada savaş" politikasının tam bir fiyaskoyla sonuçlandığını hissediyor, biliyor.

Engels'in dediği gibi, "Her türlü devrimci kargaşalığın arkasında günü geçmiş kurumların karşılanmasını engelledikleri bir gereksinmenin bulunduğunu şimdi herkes biliyor". Bunun bir adım ilerisi yığınların kafasında somutlaştırdıkları bu engelleyici güce karşı harekete geçmesidir; görünen o ki, bunu için de çok beklememiz gerekmeyecek.

Şimdi tarihin düğümünü çözecek olaylar dizgesine doğru hızla ilerliyoruz. Önümüzdeki günler, dananın kuyruğunun nereden kopacağını hep birlikte göreceğiz.   Haziran 2016

Ali Varol Günal