Devrimin uzak bir geleceğin sorunu değil bugünün sorunu olduğunu söylediğimiz her yerde şaşırmış bakışlarla karşılaşıyoruz. Üstelik bu bakışların sahipleri sıradan, bilinçsiz insanlar değil; kendilerine "devrimciyim", "komünistim" diyen insanlar. Utanmasalar bize "hayal görüyorsunuz" diyecekler; çünkü onların merceğinden baktığınızda bırakın bir devrim olma olasılığını, her şeyin giderek daha da kötüleştiği, kimsede geleceğe dair bir umut kalmadığı, devrimci örgütlerin dağıldığı, çözüldüğü; artık geride, son mevzilerde tutunma çabasından başka bir şey kalmadığı, devrimci iradenin zayıfladığı, insanların gericileştiği, hatta duyarsızlaştığı vb'den başka bir şey görülmemektedir. Bugün hala yakın bir devrim olasılığından bahsetmek, olsa olsa "abartılı devrimcilik"tir.

Bu kesimler, içine düştükleri durumun Rusya'da 1905 devriminden hemen önce "Rusya'da devrimci bir halk yoktur" diyen menşeviklerle ne kadar benzerlik taşıdığının ya farkında değiller ya da farkındalar ama artık bunu da umursamıyorlar. Elbette asıl sorun devrimci bakış açısına sahip olmayışları; bardağın dolu kısmını değil boş kısmını görmeyi alışkanlık haline getirmeleri. Bunun nedeni de diyalektik düşünemeyişleri, devrim sürecinin diyalektiğini kavrayamayışları...

"Halkın toplumsal, siyasal olaylara karşı duyarsızlığı" ortalama sol basını boydan boya kaplamış durumda; bu yayınları okuduğunuzda sanırsınız Türkiye ve Kürdistan'da yaprak kımıldamıyor; yönetenler istediği gibi yönetiyor, yönetilenler derin uykularından bir türlü uyanmıyor, gelişmeler karşısında suskun kalmayı yeğliyorlar, devrimciler de biteviye uğraşıp duruyorlar; ama onlar da kitlelere ulaşamıyor, ulaşsalar da örgütleyemiyor, örgütleseler de saflarında tutamıyor, savaştıramıyorlar... Sonuç, kendilerine "öncü" payesi biçenlerde yaygın bir hastalık gibi ortaya çıkan hayıflanma sendromu... Kendi gücüne ve halkın devrimci enerjisine güvensizlik, politikada sağa savrulma, giderek düzen kulvarında kendine yer arama arayışları...Hani bunlarda biraz canlılık belirtisi, en azından içinde bulundukları bu durumdan bir çıkış arama çabası görsek, Gramsci'nin dediği gibi "aklın karamsarlığı, iradenin iyimserliği" deyip işin içinden çıkacağız ama o da değil. Ortalama sol hareket, gözünün önünde sürüp giden olayları, olguları da görmüyor. Örneğin bu sene 8 Mart'ta, Newroz'da, 1 Mayıs'ta meydanları dolduran yüzbinlerce, milyonlarca insanı görmüyor. Ya da o gün, o an için görüyor, sabah kalktığında sanki o yaşanılanlar, su üzerine yazılmış yazılar gibi silinip gidiyor ortalama sol siyasetlerin hafızalarından... Siz hatırlattığınızda itiraz edemiyorlar; ama sonrası yine bildiğimiz aynı tas aynı hamam!

Burada her şeyi öncünün eylemine, ya da örgütlü gücüne göre değerlendirme yanlışının payı var. Oysa, nesnel hareketin kendisi görülebilse, işçi sınıfı ve emekçi halkların kendiliğinden hareketinin bir süreklilik arz ettiği ve sıçramalarla geliştiği anlaşılabilse bu denli karamsar olunmayacaktır. Çoğu siyasi çevre, Türkiye ve Kürdistan'da devrimin objektif şartlarının oluştuğunu, ama subjektif şartlarının olmadığını söylemektedir. Bunların subjektif şarttan anladıkları da işçi sınıfı ve emekçilerin değil, daha çok kendilerinin örgütlülük düzeyidir. Haliyle kendileri yeterince örgütlü değillerse devrim olmaz/ olamaz. Kendilerinin örgütlülüğü ise, önce işçi sınıfı ve emekçilere hak alma bilinci verme, sonra onlara siyasal bilinç, yani devrim ve iktidar bilinci vermekle sağlanır.

Çok eskiden beri Türkiye ve Kürdistan'da bir proletarya sınıfı olmadığı, ki bu algı proletaryayı, "sınıf bilinci almış işçi" olarak tanımlama hatasından doğuyor, bu nedenle bizim gibi ülkelerde "proletaryanın devrime fiili önderliğinden değil, ancak ideolojik önderliğinden bahsedilebileceği" kalıplaşmış düşüncesinden kaynaklı devrimin nesnel gelişimi ihmal edilmiş, bütün devrimci faaliyet, öncünün pratiğine indirgenmiştir. "Suni denge" anlayışının da diğer anlayışların da boyattığı yatak burasıdır. Oysa, işçi sınıfının mücadelesi, ideolojik (teorik), politik (siyasal) ve pratik (ekonomik) bir bütünlük oluşturur; ve bu açılardan bakıldığında Türkiye'de ve Kürdistan'da işçi sınıfının mücadelesinin geldiği düzey, görmek isteyen herkesin gözlerinin önündedir.

Elbette işçi sınıfı ve emekçilerin bilinçlenmesinin, mücadelelerinin siyasi iktidarı ele geçirecek noktaya gelmesinin bir süreç işi olduğunu biliyoruz; ama bu sürecin de sıçramalarla geliştiğini herkesin görmesi gerekiyor. Sınıfın öncüsü olduğunu iddia eden herkes, öncelikle sınıfın arasına gitmeli ve onun kendiliğinden gelme eylemine yön vermeye çalışmalıdır. Elbette bu sadece eylem anında sınıfın yanına gitmekle olmaz; çok daha öncesinden sınıfın içinde parti örgütlenmesi yapıyor olmak gerekir ki, sınıf eyleme geçtiğinde ona önderlik edilebilsin. İşçi sınıfına devrim ve iktidar için mücadele etme bilincini taşıyacak olan proletaryanın devrimci sınıf partisidir. Ancak, proletaryanın devrimci sınıf partisi hiç bir koşulda sınıfın eyleminin yerine kendi eylemini ikame edemez ya da kendisi yeterince örgütlü değil diye sınıfın devrimci bir kalkışmada bulunamayacağını söyleyemez. Bir devrim başlamak için asla öncüsünün hazırlıklı olmasını beklemez. O, kendi yolundan ilerlemeyi sürdürür; ama devrimin zaferle sonuçlanabilmesi için mutlaka proletaryanın devrimci sınıf partisinin önderliği gerekir.

O halde devrimin nereden nasıl geleceğini soranlara bir kez daha hatırlatalım: her devrim, başlamak için bir genel bahaneye ihtiyaç duyar; bu genel bahanenin ne olacağını önceden görebilmemiz mümkün değildir; ama bir kez nesnel olarak devrimin koşulları oluşmuşsa, her toplumsal olay, bir genel bahaneye dönüşebilir ve işte orada sizin oynayacağınız rol sonucu tayin edebilir.

Bugün dünya üzerinde süren küresel iç savaş, her ülkeyi devrim fırtınasının alanı haline getirmektedir. Ve herkes şunu açıklıkla görmektedir ki, bu kez yaklaşan fırtına öncekilerden farklı olarak bulabildiği her şeyi önüne katacak, "yerinden oynamaz" denilen kayaları söküp fırlatacaktır.

Böylesi dönemlerde yapılması gereken, "güçsüzüz", "etkimiz az","örgütsüzüz" vb diyerek hayıflanmak değil, "kendi dümen suyumuzda denizi sürüklemek" için motorları çalıştırmak, "devrim kazanını kaynatmaya devam etmektir".

Ali Varol Günal